12 Temmuz 2012 Perşembe

BABA (1971)


Yeşilçam Sinemasına hayat veren romanlar serisi yönetmeni Yılmaz GÜNEY; 1959‟da “Ölmeyen Aşk” filmindeki kamera asistanlığıyla sinema sanatına başlangıç yapan ve ertesi sene “Ve Allah Aptalları Yarattı” filmiyle görüntü yönetmenliğine başlamış ve 1990 yılına kadar 101 filme imzasını atmış olan Gani Turanlı‟dır. Türk sinemasında görüntü sihirbazı olarak anılan Turanlı kadar yüce bir isim Metin Bükey (1933-1997) filmin müziklerini yapmış Yeşilçam filmlerinde ünlenmiş bir müzik adamı. 1958 yılında başladığı film müzikleri 1980 yılına kadar sürmüş ve toplam bu süre içinde 148 filmin müziklerini hazırlamıştır. Her filmde ol-duğu gibi bu filminde bir yapımcısı var, filmin parasal yönünü halleden ve sinemalardan gelecek hasılatı kasasına koyan kişi. Akün film sahibi İrfan Ünal, Filmin ilk gösterimi Aralık 1971.

Filmin teknik kadrosuna bu kadarıyla değindikten sonra oyuncu kadrosuna biraz daha geniş yer verelim :
Yılmaz Güney (Cemal), Müşerref Tezcan, Kuzey Vargın (Koray), Yıldırım Önal (Refik) “1931-1982”, Ender Sonku, Nedret Güvenç, Tuncer Necmioğlu (1936-„006), Aytaç Arman (Ali), Nimet Tezel, Feridun Çölgeçen (Mahkum) “1911-1978”, Mehmet Büyükgüngör, Güven Şengül, Yeşim Tan (Yeşim), Muammer Gözalan (1905-1981), Faik Coşkun (1914-1978), Osman Han (1939-2005), Ali Seyhan, Mehmet Yağmur, Mustafa Yavuz, Ahmet Karaca, Cemal Tezer, Oktay Demiriş, Salih Demiriş, Ahmet Turgutlu, Reşit Çıldam, Hikmet Taşdemir, Süheyl Eğriboz, Nimet Tezel,
Sinema tarihçimiz Agah Özgüç‟ün anlatımıyla filmin konusu şöyle:

Yeni zenginlerin oluşturduğu eski bir yalının müştemilatında yaşlı anası, karısı ve üç çocuğuyla birlikte hayatını sürdüren Cemal‟in (Yılmaz Güney) ekmek teknesi, motorlu kayığıdır. Cemal, yalının sahibi Refik Kemal Bey'in (Yıldırım Önal) oğlu Koray'ın (Kuzey Vargın) emrindedir. Annesi ve babasıyla Boğaz'ın bir başka kıyı-sındaki evlerinde yaşayan Koray, her pavyon dönüşü sevgilisiyle (Yeşim Tan) gelip, bu boş villada kalmaktadır. Onları Cemal gece yarıları karşı kıyıdan alıp villaya getirmektedir. Bu iş Cemal‟in yüzünü kızartmaktadır. Koray'ı sevgilileriyle villaya taşıması artık ağırına gitmektedir.

Biri kundakta, diğer ikisi okula giden çocuklarının yarınını düşünen Cemal'in tüm umudu Almanya 'dadır. Sürekli olarak Almanya'yı düşler. Eğer Almanya'ya işçi olarak gitmeyi başarabilirse, oğlu Ali'ye (Oktay Demiriş) mandolin, kızı Saliha'ya (Semiha Demiriş) bir konuşan bebek getirecektir. Cemal bu düşlerle o sabah işten çıkar. Sağlam raporu almak için İş ve İşçi Bulma Kurumu'nun muayene odasında Alman doktorun karşısındadır. Artık el kapısından kurtulacaktır. Ancak işler umduğu gibi gitmez. Alman doktorun ağız muayene-sinden sonra hemşire, "Siz gidemeyeceksiniz, dişleriniz eksik..." deyince Cemal‟in tüm hayalleri yıkılmıştır.  Çok üzgündür. Çünkü söz verdiği mandolini, konuşan bebeği ve bisikleti çocuklarına getiremeyecektir. Cemal, kaderine lanet eder. Dişlerinin derdine düşen Cemal, bir gün yalı sahibi Refik Kemal tarafından Emirgan'daki köşke çağrılır. "Hayırdır," deyip gider Cemal. Tüm aile köşkte toplanmıştır. Refik Kemal, Cemal'e durumu üzülerek açıklar. Oğlu Koray dün gece pavyonda kaza sonucu bir adam öldürmüştür. Refik Kemal teklifini söyler: Suçu Cemal üstüne alırsa, onun, ailesinin, çocuklarının bütün ihtiyaçları karşılanacaktır. Hapishanede aslanlar gibi bakılacaktır kendisine. Cezası bittiğinde de ayrıca para verecektir. Bu durumda Almanya ile hapishane arasında fark yoktur...

Cemal ikinci kez yıkılır. Şaşkın ve üzgündür. Sonra bir an çocuklarını düşünür. Ve: "En kısa zamanda bir mandolin, bir bisiklet, bir bebek, çanta ve çocuklarıma giyecek gönderin," deyip Koray'ın cinayetini üstlenir. Cemal ertesi sabah gerçeği yalnızca karısına (Müşerref Tezcan) açıklar. Anası ve çocukları işin aslını asla bilmeyecekler ve onun Almanya'ya gittiğini sanacaklardır. Bavulunu hazırlayıp çocuklarına ve anasına veda eden Cemal, 24 yıl ağır hapse mahkum olmuştur.

Artık demir parmaklıklar arkasındaki yeni hayatına başlamıştır. Koray babasının talimatıyla mandolin, bebek ve bisikletle birlikte aldıkları diğer eşyaları yalıya getirip Cemal‟in çocuklarına teslim eder. Önceleri her şey düzgün gitmektedir. Hapishanede Cemal‟i ziyaret eden karısı herhangi bir sorunları olmadığını söyler. Paraları vardır, her gün tencereleri kaynamaktadır. Çocuklar mutludurlar, bebek de büyümektedir. Tek üzüntüleri babalarının başlarında olmayışıdır. Sinirleri bozuk olan Koray ise artık her gün yalıda kalmaya başlamıştır. Zamanla Cemal‟in karısı ziyaretlerini keser. Cemal çocuklarını göremez, dizlerinden şikayet eden yaşlı anasından da bir haber alamaz olmuştur. 24 yıl hapse mahkum Cemal kuşkular içindedir.

Cemal‟in bu durumu koğuş arkadaşlarından Sabri (Tuncer Necmioğlu) ile Arap Mithat‟ı (Güven Şengil) etkiler. Kısa süre sonra cezasını tamamlayıp dışarı çıkan Arap Mithat, Cemal‟e yardımcı olmak için ailesinin kaldığı yalıya gider. Cemal‟in başına gelenler içler acısıdır. Yalı satılmış, Refik Kemal ölmüş, Koray'ın tecavüz ettiği karısı üç ay önce ortadan kaybolmuş, ihtiyar anası çocuklara bakamayınca onları evlatlık vermiş... Bütün bunları tek tek Cemal‟e anlatmak zordur. Ama Sabri yüreğine taş basarak anlatır.

Yıllar sonra af kanunu çıkar. Ancak Cemal, genel aftan tümüyle yararlanamamaktadır. Yattığı yıllar hesaplanır, tahliyesi için 4 yıl 7 ayı daha vardır. Ve zaman geçer, tahliye zamanı gelir. Dışarı çıkan Cemal'i arkadaşları Sabri, Arap Mithat ve Mehmet Ağa (Mehmet Büyükgüngör) yalnız bırakmazlar. Onu hapislik günlerinden bu yana 'baba' adıyla çağırmaktadırlar. Önce Cemal‟in yıllar önce kaybolan çocukları aranır. Oğlu Ali'yi (Aytaç Arman) bir kumarhanede bulurlar. Ali, büyü-yünce gayrı meşru işler çeviren bir bitirim olmuştur. Baba-oğul kumarhanede karşı karşıya gelirler. Ama Ali, Almanya'da öldüğünü sandığı babasını tanıyamaz.

Koray'ın, Cemal‟in tahliyesinden sonra huzuru kaçmıştır. Ali'yi çağırıp başının dertte olduğunu söyler. Ali (Aytaç Arman), Koray'ın yanında çalıştırdığı adamlarından biridir, aynı zamanda. Ona gizli bir görev verir. Cemal, ailesini felakete sürükleyen Koray'ı can dostlarıyla ararken, bu kez kızı Saliha'yı (Ender Doruk) bir randevu evinde bulur. Arkadaşları onu birlikte kalması için üst kattaki bir kızın odasına çıkarırlar. Genç kız soyunurken, Cemal, boynunun altındaki beni görür. Kızını tanımıştır. Saliha arkasını dönüp baktığında kimseyi göremez. Giyinip aşağıya indiğinde aralarında bir dostluk ilişkisi başlar. Birbirlerinin geçmişini sorgularlar. Kız, "Allah babamın gözünü kör etsin, beni mahveden o değil mi, başımıza gelen bütün felaketlerin sebebi o..." der. Ağlamamak için kendini zor tutan Cemal, "İstersen ben senin baban olayım," deyip kızını bu evden çıkarır.

Bu arada Cemal‟in arkadaşları Koray'ı bulmuşlardır. Cemal bir silah ister. Ancak Arap Mithat ve Mehmet Ağa, Cemal‟in elini kana bulamasına karşıdırlar. Koray, Ali'yle birlikte eve gelir. Ali aşağıda, arabada kalırken, Koray içeri girmiştir. Karşısında birden Cemal‟i görür Koray. Koray pişman, Cemal‟se yılların kiniyle doludur. Yalvarır Koray, ama Cemal duymaz bile, tetiği çeker. Silah sesiyle yuka-rı fırlayan Ali, Cemal‟i arkasından vurur. Ali son anda Cemal'i gülü-şünden tanır. Ve çığlık çığlığa bağırır Ali: "Babaaaa... Babaaa...!

En başarılı film', Yılmaz Güney de 'en başarılı erkek oyuncu' seçildi (jüri üyeleri: Şevket Rado, Kadri Kayabal, Orhan Özkırım, Muazzez Tahsin Berkant, Refik Sönmezsoy, Edip Hakkı Köseoğlu, Yalçın Remzi Yüreğir, Muzaffer Tema, Mücahit Beşer, Sabahattin Filmer, Adnan Sümer.)

Sonuçlar Cumhuriyet gazetesinde (29 Eylül 1972) açıklandı. Sonuçların gazetelerde ve radyolarda açıklanma-sından sonra jüri başkanı Şevket Rado, Kadri Kayabal, Orhan Özkırım ve Muzaffer Tema'nın itirazı üzerine Adana Belediye Başkanı Erdoğan Özlüşen'in çağrısıyla hava alanından geri çevrilen jüri üyeleri yeniden toplandılar. Bu kez Baba filminin ve Yılmaz Güney'in ödülleri Kara Doğan (Yılmaz Duru) filmine ve Yaralı Kurt adlı filmde oynayan Cüneyt Arkın'a verildi. Cüneyt Arkın ödülü reddetti. Olay basında çeşitli tepkilere yol açtı.. CHP Uşak milletvekili Adil Turan olayı bir soru önergesiyle Meclis gündemine getirdi. Olay Adana Altın Koza Film Festivali tarihine bir skandal, bir leke olarak geç



10 Temmuz 2012 Salı

Bekir YILDIZ


(3 Mart 1933—8 Ağustos 1998)

Şanlıurfa‟da doğan Bekir Yıldız‟ın, çocukluğu Kastamonu, Gaziantep ve Adana'da geçti. İlkokuldan sonra Mersin'de başladığı Sanat Enstitüsü öğrenimini İstanbul'da tamamladı (1951) ve ardından İstanbul Matbaacılık Okulu'nun dizgi bölümünü bitirdi (1955). Dizgi operatörlüğü yaptı. İşçi olarak Almanya'ya gitti; fabrikalarda meydancı, monitör ve matbaalarda mürettip, operatör olarak çalıştı (1962-66). İstanbul'a döndüğünde Almanya'dan getirdiği baskı makinesi ile Asya Matbaası'nı kurdu. Bilahare bu matbaayı da kapatarak sadece yazarlıkla uğraşan Bekir Yıldız, 8 Ağustos 1998'de İstanbul'da öldü. Sanat hayatına, 1951'de Tomurcuk dergisinde yayımlanan bir öyküsüyle başlayan Bekir Yıldız, Kaçakçı Şahan'la 1971 Sait Faik Armağanı'nı kazandı.

Tüm Eserleri
Beyaz Türkü 1973, Demir Bebek 1977, Alman Ekmeği 1974, Harran (1972), Evlilik Şirketi, Kara Vagon 1968, Kör Güvercin, Mahşerin İnsanları, Ölümsüz Kavak, Reşo Ağa, Şahinler Vadisi, Kaçakçı Şahan, Ve Zalim ve İnanmış ve Kerbela, Yargılayan Zaman, İçinden Konuşmalar, Bozkır Gelini, Aile Savaşları, Sahipsizler 1971, Halkalı Köle (1980), Darbe, Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975), Siyaset, Kerbela, Arılar Ordusu, Beyaz Türkü (1973), Demir Bebek (1977), Evlilik Şirketi 1972, Harran, Kara Vagon, Kör Güvercin, Mahşerin İnsanları 1982, Ölümsüz Kavak, Reşo Ağa 1968, Şahinler Vadisi, Kaçakçı Şahan 1970, Ve Zalim Ve İnanmış Ve Kerbela, Yargılayan Zaman İçinden Konuşmalar, Yaman Göç, Bozkır Gelini, Seçilmiş Öyküler 1989, İnsan Posası 1976, Çark

BEKİR YILDIZ'I OKURKEN
“Güneydoğulu olmam, oraları yazmak için yeterli bir sebep olmasa gerek. Berlin'i tanımasaydım, Harran‟ı yazamazdım belki de. Hem bölgeler, ülkeler arasındaki ayrımı görmek, bilmek, değerlendirmek de yetmez hu işe. Önemli bir gerçek daha var günümüz sanatçısı için: Yeşermemiş umutların, yaşanmamış sevgilerin, verilmemiş hakları alacaklıları yanında olmak. Hele hele haksızlığın 'mürur zamana' uğratılamayacağına inandığımız bir çağda yaşıyorsak.”


Öykülerinin içeriğine ilişkin bir soruya bu sözlerle karşılık veriyor Bekir Yıldız.

Gerçekten de Türkiye‟nin Güneydoğusundan Almanya'ya uzanan bir yaşamın ürünleridir onun öyküleri. Çok iyi tanıdığı iki ayrı dünyanın, acımasızlıkta, insanı insanlıktan çıkarmada birleşen iki ayrı değer sisteminin sözcüklerin dünyasına yansımasıdır. Öykülerinin tanığı yaşamıdır, Bekir Yıldız'ın ta kendisidir. Ama yansız, gördüklerini olduğu gibi kendinden hiçbir şey katmadan anlatan bir tanık değildir o. İnsandan, onun insanca yaşanmasından yana olan, insanın ezilmesine, sömürülmesine karşı çıkan bir tanıktır.

Yaşam öyküsüne bakıldığında Bekir Yıldız‟ın kendi kendisini var ettiği görülür. Yoksulluk içinde geçen, oradan oraya savrulan bir çocukluk, değişik sanat okullarında sürdürülerek tamamlanmak istenen bir meslek Öğrenimi ve çalışmak zorunda kalış... Elbette fabrikalarda, atölyelerde işçi olarak... Sonra ilk gençlik aşkı, ilk öyküler...

Ama işçilik de, öykücülük de karın doyurmaz.. Eldeki diplomaysa yetersizdir. Son bir atılımla Matbaacılık Okulu'nu bitirir Bekir Yıldız, dizgi operatörü olur. Yine çarkın içindedir. Ufalanmamak için çırpınır. Ama çark onun gibileri, emeğini satarak yaşamaya çalışanları öğütecek biçimde ayarlanmıştır. O yıllarda açılan yeni bir ekmek kapısına atar kendini, işçi olarak Almanya'ya gider. Daha ince ayarlanmış bir çarkın kurbanları arasına katılır böylece.


Bu sürecin sonunda, ilk öyküsünün yayımlanışından on beş yıl sonra, yurda dönüşünde Almanya gözlemlerini romanlaştırdığı Türkler Almanya'da (1966) adlı kitabıyla tanırız Bekir Yıldız'ı. Aslında tanımak da denmez buna. Almanya konusunu ele alan ilk kitap olmasına karşın ilgi görmez romanı. Ardından Güneydoğu öyküleri sökün eder' ve bir bomba gibi düşer Babıâli‟nin göbeğine.



Bekir Yıldız'ın öykü kitaplarının ilk kez yayımlandığı ve ardı ardına yeni baskılarının yapıldığı o yılları düşündüğümde, gördüğü ilginin salt bilinmeyen bir yöreyi anlatmasından kaynaklandığını sanmıyorum. Genel bir  derlendirmeyle Bekir Yıldız, bilinmeyen bir yöreyi, bu yörenin insanlarını, toplumsal ilişkilerini,' törelerini, acı ve sarsıcı olayları yalın, akıcı bir dil kullanarak gerçekçi bir anlatımla sergiliyordu.


İlk kez edebiyata konu olsa da bilinmeyen şeyler değildi anlattıkları. Ama yaklaşımı, anlatım biçimi farklıydı.


Nitekim öykülerinin gördüğü ilgi, başkalarının benzer öyküler yazmasına yol açtı. Tıpkı Ahmed Arif'in şiirlerinin çoğaltılması gibi, Bekir Yıldız'ın öyküleri de çoğaltıldı. Ama bu benzerler silinip gitti, Yeni, salt yeni olmanın ötesinde öz ve biçim olarak edebiyata bir şey eklemiyorsa kalıcı olamaz. Edebiyatın konusu, önünde sonunda insandır çünkü. Önemli olan da insanı ele alış, onun dünyasını anlatış biçimidir.


Bekir Yıldız, Türk aydınına bilmediği bir dünyanın kapılarını açtı, onları yabancısı oldukları insanların dünyasıyla tanıştırdı. Ama bunu, toplumcu edebiyatın kimi örneklerinde görüldüğü gibi bir söylevci, çözümler öneren bir kurtarıcı edasıyla yapmadı. Gerçeği, gerçekteki boyutlarıyla, anlattığı olayı yaşayan insanı ise onun dünyasının içinden yansıttı. Hep yenik düşen umarsız insanlardı bunlar. Ağaya, töreye, toplumsal ya da doğal koşullara boyun eğen insanlar. Ama gerçek buydu ve bu gerçek ancak üstüne gidilerek, insanı ezen, insanı insanlıktan çıkaran bir düzenin ürünü olduğu gösterilerek değiştirilebilirdi. (Kyn: Atilla ÖZKIRIMLI

9 Temmuz 2012 Pazartesi

ALLAH KERİM 1950

Araştırmalarımda Aka Gündüz'ün eserleri arsında “Allah Kerim” isimli bir romana rastlayamadım. Bundan da anlaşılacağı üzere bu isimde romancımızın yazdığı bir eser mevcut değil. Romanlarından birinin veya bir kaçının bir araya getirilip yeni bir senaryo yazılarak filme çekilen film olduğu kanısındayım. Aka Gündüzün romanlarından esinlenerek yazıldığı kesinlik kazanan bu filmin senaryosunu yazan ve filmi çeken yönetmen Semih Evin. Yardımcılığını Atıf Yılmaz, görüntü yönetmenliğini yapan Yuvakim Filmeridis, müzikler Sadettin Kaynaka ait olup, yapımcılığını Erman Film adına Hürrem Erman yapmış.


Oyuncu kadrosuna gelince: Sezer Sezin (Ayşesin), Kenan Artun (Kerim), Orhon Murat Arıburnu (Fettah), Settar Körmükçü (Ayvaz Haçadur), Vedat Örfi Bengü (II. Abdülhamit), İhsan Torun, Dr. Arşavir Alyanak (Dadaruh), Muazzez Arçay (Yelloz Emine), Mahmure Handan (Cici anne), İhsan To-sun, Kemal Çelme, Sadi Şener, Mürüvvet Paslanmaz, Ancelo Borç


Konu: İki sevgiliyi birbirlerinden ayırmaya çalışan bir zaptiye subayının öyküsü. Film II. Meşrutiyet (1908) arifesinde geçen olaylarla anlatılıyordu. İntikam için bulaştırılan çiçek hastalığı nedeniyle kör olma, sonra ameliyat ile gözlerinin görmesi, gibi inandırıcılıktan uzak dramatiklik yoğunlaştırılmış olaylar içeriyordu.


 ** Filmin konusu II. Abdülhamit Döneminin (1876-1909) Son yılında geçiyor. Osmanlı İmparatorluğunun en çalkantılı dönemi, Sadrazam Mithat Paşanın azledilerek Sürgüne gönderilmesi, Yıldız Mahkemesi, Ali Suavi Olayı,1905 Yıldız Camii Ermeni Suikasti, Filistin sorunu İttihat ve Terakki, 31 Mart Olayı, Hareket Ordusu, isyanlar , Rumeli ayaklanmaları, jurnaller, hep bu dönemin olayları. Film Abdülhamit muhaliflerinden paşa kızı Ayşesin (Sezer Sezin) ile nişanlısı Kerim Bey (Kenan Artun) ve İdare yanlısı Zaptiye Komutanı Fettah (Orhan Arıburnu) arasındaki aşk ve müthiş bir intikamı anlatıyor. Avlanmak üzere İstanbul‟dan Adapazarı‟na giden Ayşesin ve nişanlısı Kerim, Gizli Teşkilat üyesi oldukları zannıyla takip edilmektedirler. Bir at gezintisi sırasında Fettahın Adamları pusu kurup Ayşesini kaçırmaya yeltenir. Ayşesin silahı ile adamları engeller, çalılıklar arasında saklanan Fettahın da atını vurur. Adamları önünde gururu yerlerde sürüklenen Fettah müthiş bir intikam planı hazırlar ve tatbik eder. Filmde Yıldız Sarayına götürülen Ayşesin‟in Sultan Abdülhamit ile arasına geçen dialog oldukça dikkate değer.

ÜVEY ANA (1971)

Yönetmen Ülkü Erakalının ikinci “Üvey Ana” çekimi. Senaryo: Bülent Oran, Foto Direktörü: Enver Burçkin, Müzik Direktörü: Metin Bükey, Şarkılar: Sadri Alışık, Belkıs Özener, Reji Asistanı: Handan Adalı, Kamera Asistanı: Hasan Uçar, Set Amiri: Kahraman Kongür, Yardımcıları: Ali Demiralp, Sabri Kara, Işık Şefi: Aslan Yıldız, Renk Uzmanı: Mengü Yeğin, Montaj: Turgut İnangiray, Senkron: Mehmet Özdemir, Negatif Montaj: Sezai Elmaskaya, Laboratuar Şefi: Metin Eren, Yardımcıları: Hasan Örnek, Abdullah Akdeniz, Selahaddin Kaya, Cihat Demir, Adil Yılmaz, Seslendiren: Yorgo İliadis, Prodüksiyon Amiri: Nuri Tuğ, Yapım: Kervan Film/Ümit Utku, (Saner Film stüdyosunda renklendirilmiş ve hazırlanmış, Süperfon Stüdyosunda seslendirilmiştir.) 

 Oyuncular: Zeynep Aksu (Lale), Fatma Karanfil (Gül), Sadri Alışık (Emin), Fikret Hakan (Dr. Ergun), Cavidan Dora, Aliye Rona (Aliye), Aysel Gürel (Aysel), Erol Taş (şoför Osman), Şaziye Moral, Nubar Terziyan (Gazino patronu), Handan Adalı, Sümer Tilmaç, Muazzez Arçay, Nuri Tuğ, Kay-han Yıldızoğlu, Faik Coşkun, Erdinç Akbaş, Faik Coşkun, Merih Deniz, Suna Gülendam, Nuri Tuğ,



(Kitabın içinden bir bölüm)


 Lale tuhaflaştı, ilk defa böyle bir şey işitiyordu. Demek öz anası olsa bir şey söyleyemeyecekti, yahut başka şeyler söyleyecekti. Mademki üvey anasıdır, söylememekte beis yoktur. Anaya söylenmeyen şeyin üvey anaya söylenebileceği fikri niçin…Ve ilk defa kalbi burkuldu. Demek üvey ana, öz ana kadar sevmez, hissetmez ve benimsemez. Fakat böyle bir üvey ana olduğunu, tahmin etmişti. Büsbütün aksini tahmin et-mek için, doktor neler düşünmüştü, neler biliyordu. Doktor filmi göstererek izahat verdi. Lale titreye tireye dinledi.



Romandan farklı yazılan senaryoda film şöyle başlar:
Pavyon şarkıcısı olan ve babası belli olmayan bir adamdan çocuk bekleyen kadının durumuna acıyarak onu kocasız ve doğacak çocuğunu da babasız bırakmak istemeyen hayırsever şoför Osman’ın, evlenerek doğan Lale’yi nüfusuna geçirir. Hemen yıllar geçmiş ve Lale fakülteyi bitirmiş diplomasını almıştır.
Bu arada babası bildiği ve de hiç bir zaman öğrenemeyeceği baba şoför Osman yaşlanmış ve hastalanarak kati istirahate çekilmek zorunda kalır. Bu durumda Lale iş bulmak zorundadır.

Gazete ilanlarında besteci Emin Beyin villasında işe başlamak üzere tanışır ve anlaşırlar. Burada neredeyse evlenecek yaşa gelmiş olan Gülün (Fatma Karanfil) mürebbiyeliğini yapacaktır. İlk görüşte iki kadın birbirlerini severler, baba Emin Beyde Lalenin terbiyesi ve dürüstlüğünden hoş-lanmış ve çevresindeki çıkarcı zengin tabakaya mensup bir iki yakın dostlarının karşı çıkmalarına rağmen, kızı Gülün de onayı ile mürebbiye Lale ile evlenir. Ancak Gülün baş dönmesi gibi bir rahatsızlığı vardır. Fakülteden arkadaşının doktor olan abisi Ergun Beye (F. Hakan) Gülü muayeneye götürür. Ne var ki yapılan tetkiklerde Gülün beyninde ur olduğu tesbit edilir. Tek tedavisi Gülün şevkat ve sevgi ile günlerini geçirmesidir. Durumu babadan saklayan Lale doktorla tele-fonla ve mektupla haberleşerek aldığı talimatlarla Gülü tedavi eder, Kısa zamanda Gülün has-talığı geçmiş normal yaşantısına ve sağlığına kavuşmuştur. Teşekkür etmek üzere doktorun muayenesine giden ve onu öperek kutlamak isterken, bir asılsız ihbar alan Emin Bey tam bu öpme anında yakalar (türk filmlerinin kaderi) ve işin aslını astarını öğrenmeden odayı terk eder. Aslında Doktor ve Gül birbirlerini sevmekte ve evlenmek istemektedirler. Bu olaydan sonra artık Lale koca evine dönemeyecektir. Çünkü kovulmuştur. Baba evine giden genç kadın buradan da yaka paça üvey babası tarafından sokaklara atılır. Alkole karşı bağımlılığı her geçen gün artan Lale komaya girerek hastaneye kaldırılır. Hastanedeki doktorların Doktor Ergun Beyi aramasıyla tüm aile fertleri (Gül, Ergun Bey ve Emin Bey) odaya doluşurlar. Ama artık Lale için her şey çok geçtir. Girdiği komadan çıkamayarak yatağında son nefesini verir.


Roman özetinden de anlaşılacağı üzere, Gül verem hastasıdır ve on beş yaşında ölür. Zengin, saygın bir adam olan Emin Beyin kızı Bibi (Binnaz) yabancı mürebbiyeler tarafından yetiştirilir.


Emin Beyin karısı verem hastasıdır. Mürebbiye evin hanımını bir an evvel öldürmek ve yerine geçmek için uğraşmaktadır. Kadın ölür ve mürebbiyenin oyunu ortaya çıkar. Emin Bey kızının artık Türk kültürünü öğrenmesi için yabancı mürebbiyelerin değil de Türk mürebbiyelerin eğitmesini istemektedir. Lale okulunda birinci olur ve herkesin gözüne girer. Emin Beyîn mürebbiyelik için verdiği ilanı görünce başvurur ve kabul edilir. Olaylar gelişerek devam eder gider.


İzlediğim bu filmin ikinci versiyonunda filmin romanla (Leyla‟nın mürebbiyeliği dışında) fazla bir ilişkisinin olmadığını gördüm. Ancak ilk çevirim olan filmi izleme olanağım olmadığından, filmin romana ne kadar uygun olduğu hakkında fikir sahibi olamadım.


ÜVEY ANA (1967)

1935 yılında yazılan roman Ülkü Erakalın rejisiyle çekilen ilk film. İkincisi gene Erakalın’ın rejisyle 1971 yılında beyaz perdeye tekrar aktarılmıştır.

Filmin senaryosunu Hamdi Değirmencioğlu ve Bülent Oran beraber yazmışlar, görüntü yönetmenliğini de Orhan Kapkı, yapmıştır. Filmin yapımcısı Duygu Film sahibi Ülkü Erakalın.

Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Ekrem Bora, Nilüfer Koçyiğit, Tamer Yiğit, Turgut Özatay, Ayfer Feray, Nevin Nuray, Bedia Muvahhit,


Konu: Ankara‟da şoför olan Lobut Ağabey, Karataş köyünde öksüz kalan Lale ve Gül‟ü altı yaşındayken nüfusuna geçirir. Birlikte yaşadığı ablası ve metresi Pakize bu çocuklara bakmayı kabul eder. Lale okulda çok başarılıdır. Gül verem hastasıdır ve on beş yaşında ölür. Zengin, saygın bir adam olan Emin Bey‟in kızı Bibi (Binnaz) yabancı mürebbiyeler tarafından yetiştirilir.

Emin Bey‟in karısı verem hastasıdır. Mürebbiye evin hanımını bir an evvel öldürmek ve yerine geçmek için uğraşmaktadır. Kadın ölür ve mürebbiyenin oyunu ortaya çıkar. Emin Bey kızının artık Türk kültürünü öğrenmesi için yabancı mürebbiyelerin değil de Türk mürebbiyelerin eğitmesini istemektedir. Lale okulunda birinci olur ve herkesin gözüne girer. Emin Bey‟în mürebbiyelik için verdiği ilanı görünce başvurur ve kabul edilir.

Lale herkes tarafından çok takdir edilmekte ve sevilmektedir. Emin Bey ona evlenme teklif eder. Bu sırada Lale Bibi‟nin verem olduğunu öğrenir. Hem onu iyileştirmek için yanında olması gerektiğinden hem de kızının hastalığını öğrenirse babasının kalp krizi geçirebileceğinden dolayı ikisinin de hayatını kurtarmak için evlenme teklifini kabul eder. Bibi üvey annesini çok sevmektedir. Lale, Doktor Ergun Bey ile gizli bir antlaşma yapar. Doktor ona gizlice hastalıkla ilgili taktikler verecek o da uygulayacaktır.


Doktor Ergun tesadüf eseri ona ulaşır. Ailesine haber verir. Ailesi hastaneye geldiğinde artık çok geçtir. Onları yanında gören Lale çok mutlu olur ama mutluluğu uzun sürmez ve hastalığına yenik düşer.

Bibi‟yi hava değişikliği için yurt dışına ve Ankara dışında yerlere gezmeye götürür. Zenginler arasında dost düşman birbirine karışmıştır ve herkes birbirinin arkasından konuşmaktadır. Ankara dışında oldukları süre içinde Lale doktorla mektuplaşır ve hastalığın tedavisi ile ilgili taktikler alır.

Emin Bey‟e gelen gizli bir mektup, gizli bir telefon ve dost dedikleri kişilerin dedikoduları doktor ile Lale‟nin araları olduğunu söyler. Lale doktorun yanındayken Emin Bey onları basar ve konuşulanları yanlış anlar. Lale‟yi evden kovar ve Lale‟nin babasını arayıp olayı anlatır. Babasının yanına giden Lale‟yi o da kovar. İstanbul‟a kaçan Lale gerçeği ortaya çıkaramaz. Bibi‟ye mektup yazıp her şeyi anlatır. Bibi ona inanır.

Bir gün Emin Bey Lale‟nin odasında, kızının hastalığıyla ilgili olan doktorun Lale‟ye yazdığı mektupları bulur ve her şeyi anlar. Bu sırada Lale verem olmuştur ve hastaneye kaldırılır.



ÜÇ KIZIN HİKAYESİ (1959)

Romancımız Aka Gündüz-‟ün 1933 yılında yazdığı bu roman 1959 senesinde Yeşilçam sinemasına kazandırılmıştır. Filmin senaryosunu yazan Orhan Elmas, aynı zamanda rejisini de yapmıştır. Kameranın arkasında bir usta Hayrettin Işık yer almış. Setin ışıklandırılması ise Fehmi Eryılmaz‟ın. Diğer kamera arkası çalışanları ise; Turgut İnangiray (kurgu), Muhteşem Durukan (sanat yönetmeni), Rauf Tözüm (ses kayıt), film yapımı da Pesen Film sahibi Nevzat Pesen

Oyuncular: Muhterem Nur: (Filiz), Sema Pekiş (Dürer), Leyla Sayar (Betigül Tayfur), Ekrem Bora (Ercan), Salih Tozan (Ömer Efendi), Mualla Sürer( Filiz'in Annesi), Selahattin Yazgan (Betigül'ün Babası), Senih Orkan (Filiz'in kuzeni Ali), Nezihe Becerikli (Nilgün), Melahat İçli (Nalan), Faik Coşkun (Emin), Leman Akçatepe (Ercan'ın Annesi), Mürüvvet Sim (Dürer'in annesi), Zafer Önen (Alaattin), Nazım Bora, Fehmi Tengiz

► Evet, size karşı küçücük cüssem fakat koskocaman insanlığımla isyan ediyorum.. Bir gün ol-sun beni dinlediniz mi? Bir defacık olsun arzularıma, ümitlerime kulak verdiniz mi.. Roman okumam ayıp, sinemaya gitmem adilik, okulun müsameresine katılmam günah ve bugün mezun olmam sizler için basit bir hadise. (Çilingir sofrasındaki Ömer Efendiyi göstererek) Bakın, bana eş olarak seçtiğiniz adama bakın. Kızınız onunla mesut olabilir mi.. Onu sevebilir mi?” (Ancak, gelişen olaylarla ‘o adamın kapatması’ olacaktır.)


Bu bölüm üç buçuk dakika sürüyor ve iki sahnede çekilmiş. Saniyede birkaç kez değişen şimdikilerden ne kadar farklı. Filmde yararlanılan romanın 250 sayfalık ilk baskısına ulaşamadığımız için 168 sayfalık ikinci baskısı ile karşılaştıramıyoruz. İlk baskıda Aka Gündüz’ün, ikincide Nemide Ali’nin adı önce yazılmış. Romancımızın bir adının da ‘Emin Ali’ olması kitabın diğer yazarı Nemide Ali ile kardeş olduğunu düşündürdü. (Murat Çelenligil)



Konuya gelince: Ekonomik durumları, aile yaşantıları ve kültürleri birbirinden farklı 3 arkadaş aynı sınıfta okumaktadır. Biri (ki muhterem nur oluyor o biri) çok sofu, ailesinden baskı gören bir kızdır. Diğeri çok zengin bir ailenin kızıdır ama annesi konkende babası çapkınlıktadır ( bu kızımızın adı Betigül). Üçüncü kız ise , annesi babası gayet demokratik, modern, mutlu mesut bir ailenin kızıdır, nişanlıdır hatta. İlk kızımız ailesinin onu, mahalle bakkalıyla evlendirmesine razı gelmez evden kaçar, sonra da teyzesinin oğlunun tecavüzüne uğrar. Kötü yola düşer. İkinci kızımız da kafayı güzellik kraliçesi olmaya takmıştır. Bu uğurda ne yapılması gerekiyorsa yapar, türlü ödün verir. Sonunda kurtuluşu intiharda arar. Üçüncü kızımız ise düzgün aile hayatını evlendirerek de sürdürür.

Okul sıralarında kesişen üç farklı hayata tanık olduğumuz film oldukça ibret dolu. Baskı ve zorlamanın yanı sıra, serseri mayın gibi bir başı boşluk halinin insanı nereye sürükleyebileceğinin yanıtını görebildiğimiz bu dram elbette ki abartılı ve keskin hatlara da sahip. İyinin çok iyi ve kötünün çok kötü olması var burada. Bundan yıllar önce kaleme alınan roman, 1959 yılında filme çekiliyor. Dolayısıyla dönemin sosyal, ahlâki ve kültürel yapısını göz önünde tutmak gerekli. Altmışlı yıllarda elbette ki değişime uğrayan şartlar 77 yılında da değişecektir. Hatta belki filmin ikibinli yıllar versiyonunu bugün izlemek mümkün olsa bambaşka bir tablo ile karşılaşmak da var. O zaman tabu olan bugün tabu olmaktan çıkmış da olabilir. Burada gözle görülür şekilde değişmeyen tek şey; ebeveyn ve çocuk arasındaki ilişkinin içine girdiği kaba göre şekil alması sonucu hayatların yön bulmasıdır.
Faik Coşkun 1914 - 1978

Yönetmen ve senaryo yazarı Orhan Elmas, bu ilk versiyondan sonra 1977 yılında aynı senaryoyu değiştirerek romandan çok farklı biçimde bu kez  Liseli Kızlar‖ adıyla filme çekmiştir. Ancak bu film Aka Gündüz‟ün romanıyla hiç bir bağlantısının olmadığı görülmektedir. Buna rağmen bu filme burada yer vererek, meraklı sorulardan kurtulalım. 1977 versiyonunda ana karakterlerin isimleri farklıdır . Muhterem Nur'un karakterini Necla Nazır Sema Pekiş'in karakterini Itır Esen, Leyla Sayar'ın karakterini de Neslihan Danışman canlandırmış. Betigül'ün babası rolünü Turgut Boralı, annesini de Ayfer Feray oynuyor.


Lise çağındaki genç kızların zevkleri, aileleri ile yaşadıkları çatışmalar ve başlarına gelebilecek iyi kötü olayları anlatan bir film. Nezahat, Oya ve Buket lisede okuyan ve farklı aile yapılarına sahip üç yakın arkadaştır. Her birinin de gelecek için farklı hayalleri vardır. Bir gün Nezahat yaşlı bir adamla evlendirilmek istenir. Buket güzellik yarışmasına katılma planları yaparken, Oya ise doktor olur ve aradığı mutluluğa kavuşur.

Mürüvvet Sim Caymaz 1919 - 1083





İKİ SÜNGÜ ARASINDA (1973)

Yönetmen: Ülkü Erakalın, Senaryo: Bülent Oran, Görüntü Yönetmeni: En-er Burçkin, Kurgu: Özdemir Arıtan, Yapım Sorumlusu ve Sanat Yönetmeni: Niyazi Er, Yönetmen Yardımcısı: Samim Utku, Kamera Asistanı: Tahir Kapkı, Laboratuar Şefi: Recai Karataş, Işık Şefi: Aslan Yıldız, Makyaj: Zeki Alpan, Ses Kayıt: Bican Avşar, Tuncer Aydınoğlu, Set Amiri: Kahraman Kongur, Şarkılar: Belkıs Özener, Seslendirme Yönetmeni: Hayri Esen, Kervan Film/Ümit Utku, (Acar Film laboratuarında hazırlanmış ve seslendirilmiştir.) 

Oyuncular: Murat Soydan (Dr. Fikret), Zeynep Aksu (Emine/Leyla), Suzan Avcı (Cihanyandı), Aliye Rona (Ferhunde), Mine Sun (Nesrin), Mualla Sürer (mahkum), Suna Pekuysal (mahkum), Önder Somer (Cemil), Güzin Özipek (erkek Melahat), Nubar Terziyan (Sami efendi), Aysel Gürel (mahkum), Belkıs Dilligil, Aydın Tezel (yargıç Memduh),Renan Fosforoğlu (hapishane müdürü), Muazzez Arçay (mahkum), Meral Kurtuluş (gardiyan), Sabahat Işık (hizmetçi), Doğu Erkan, Sıdıka Duruer 

Konu: 1800‟lerin sonları. İstanbul‟da bir hapishanenin kadınlar koğuşu. Süleyman kızı Fatihli Emine Cezası o gün bitiyor ama Erkek Melahat‟ın sözlerinden çıkmak istemediğini anlıyoruz; “Bizim çılgın, tahliye edilmemek için bu sefer ne icat edecek bakalım.” Yıllar evvel, o zamanki müdür Ruknettin Efendi‟nin kulağını ısırarak koparmış. Sonra Müfettişin başında iskarpininin topuğunu kırmış. Şimdiki müdür de “..Eli ayağı düzgün, yüzüne bakılır bir tazesin. İstersen, yerin yoksa (bıyığını burarak) benim fakirhanemin kapıları açık sana” deyince sürahiyi (kitapta su testisini) kafasına yer. 12 (romanda 7) yıldır dışarıdan çok içerde.
Çıkarıldığı mahkemede Hâkim Memduh Bey, karar vermeden önce „deli olup olmadığının‟ anlaşılması için Doktor Fikret‟e başvurur. Biraz peri masalı gibi ama o da yardımcı olması için Melahat‟ı (cezası zaten dolmak üzereymiş) hemşire olarak yanına alır.

Fikret; “Hapishaneden çıkmak istemiyormuş. Sizce bunun sebebi ne?” Melahat; “Hangimiz çıkmak istiyoruz be doktor. Bizler acıya, küçümsenmeye, hor görülmeye alışmışız. Hapishane dışındaki hava bizi fasulye gazı gibi çarpar.”



Annemle babamı bir kan davası sonucu kaybettikten sonra Ferhunde Hanım‟ın Konağına gelişmle hayatımda yepyeni bir dönem başamışı.? Hanımefendinin kızı Nesrin ona yakınlık göterir. Ağbey Cemil, Askeri Tıbbiye‟e öğencisi. Halil benzer şkilde delikanlının resmine tutulur. Ne garip, demek ki aş buydu. İsan bir resme dahi deli gibi âşık olabilirdi demek. Bir gün Cemil, tatil için gelir. Emine onu karşılamaya, şaşkınlıktan elindeki kepçeyle koşuyor.

Cemil‟n gelişyle her şy renklenmişi hayatımda. Delikanlı da ondan hoşanıyor gibi. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu‟ndaki (1967) Av Köşkü merdivenlerinde genç kızın yağıboya bir resmini yapar. Cemil, okula döüşüiçn verdiğ davette bu resmi göterir. Bütün dertlerime ortak olan tavan arasında karşı karşıyaydık Cemil‟e. Titriyordum. Bir zaman göz göze bakıştık. Sonra anlayamadığım o meçhul kuvvet birbirimize iterek birleşirdi bizi. Ertesi gün kıymetli şeyi delikanlıyla beraber gider. Aylar sonra bir bebek beklediği anlaşıldığında, Ferhunde Hanım oğuyla evlenmesinin e imkânsız‟olduğnu söylüyor. Çaresiz Aksaray‟da oturan Sami Efendi karısını iki yıl öce kaybetmiş abası yaşında ve namazında niyazında. Varlıklı Onunla başgöz edecek Sevdiğyle evlenemeyeceğni anlayan Emine çocuğunu düşürür ve uzun süre kendini bilmeden baygın kalır. Bu sırada (nasıl olduysa) Ferhunde Hanım onu evlendirmiş Cemi'i çok sevmemesine  rağmen içindeki bu duyguları öldümüş Rıza Efendi‟in müevazi düyasını benimsemişim.

Cemil okulunu bitirip Köşke döner. Çok içkili olduğ o gece olanları hatırlamıyormuş‟ Ama genç kızı unutamadığını Cihanyandı‟ın zevk yuvasındaki dertli halinden anlıyoruz. Fettan kadın allem edip kallem edip onları bir araya getirir. İlaçı şerbet sonrasında kendini, gene Cemil‟n koynunda bulan Emine onu ödürüyor. İki Süngü arasında hapishaneye.
Hastanedeki gözetimi sırasında Fikret‟e birbirlerini severler. Yaşama küskün Emine‟in yerini sanki bambaşka biri alır. Sonrasında yeni bir kimlikle ismi Leyla oluyor.



Roman çok farklı; Kan davası, Melahat, Ferhunde Hanım, Nesrin, Cemil (ve onu öldürme), en değerli şeyini kaybetme‟, çocuk düşürme, Sami Efendi, Fikret‟le birbirlerini sevmeleri, Cihanyandı, „ilaçlı şerbet‟ hiçbiri yok.

“Mülkiye Kaymakamlığından mütekait Süleyman Bey‟in kızı. Abi Salih‟le küçük yaşta öksüz ve yetim kalırlar. Dadıları ilgileniyor. Meşrutiyet ve Abdülhamit dönemi. Sonradan gazeteci olan abisi yazılarında „burun‟ mu „Yıldız‟ mı artık ne dediyse Trablusgarp‟a sürülür. Bingazi, Fizan Çöllerinde kayboluyor. Çaresiz kalan Emine‟yi Gazetenin patronu çocuklarına mürebbiye olarak alır. Fakat genç kızın güzelliği olmadık şeylere neden oluyor. Evin hanımı onu kıskanır ve yüzükle küpesini çaldı bahanesiyle hapislere düşürür. Yedi yıl boyunca sayısız duruşmasını izleyen davavekili Mehmet durumunun izlenmesi için „Tıbbı Adli‟deki doktora başvurur. Emine ve orada çalışan başefendi İhsan birbirlerine âşık olurlar. Doktor‟un girişimleriyle yeni bir kimlik ayarlanır; Adı bundan böyle yeni doğan anlamındaki Nevzat. Nemse Vapuru ile İhsan‟ın Merkez Hastanesi Müdürü olarak tayin edildiği Selanik‟e „süngüsüz‟ gidiyorlar. Arkalarında uzun beyaz bir köpük‟. (Filmde bu yok. Çünkü Fikret‟le bindikleri gemi Haliç‟te demirli.) Emine, yıllardır mahkeme ve hapishaneye „iki süngü arasında‟ gidip gelmekten yılmış; “Öyle bir vehme kapıldım ki bir gün başıma bir duvar yıkılıp gebersem, tabutumun iki tarafına firar etmeyeyim diye mutlaka iki süngülü dikecekler (Yazan: Murat Çelenligil) 

İKİ SÜNGÜ ARASINDA (1952)

İki kez filme aktarılan romanlarından biri daha. 1929 yılında yazılıp basımı yapılan “İki Süngü Arasında” filminin ikinci çevirimi ise 1973 yılında Ülkü Erakalın‟nın rejisiyle tekrar beyaz perdeye aktarılan ve Yeşilçam‟a hayat veren romanlardan biridir. 

1952 senesinde çekimi yapılan bu filmin yönetmeni ve aynı zamanda kameramanlığını da yapan Şadan Kamil‟dir. Senaryoyu Adnan Fuat Aral kaleme almış müzikleri Nedim V. Otyam hazırlamış ve yapımcılığını da Atlas Film adına Nazif Duru üstlenmiştir.

Oyuncu kadrosunda ise görev alanlar arasında , Hümaşah Hiçan, Sadri Alışık, Atıf Kaptan, Mürüvvet Sim, Faik Coşkun, Kemal Tözem, ve Hakkı Ruşen gibi zamanın önemli ve başarılı oyuncuları rol almışlardır. 



Konu: 12 yıldır hapiste bulunan Emine, her tahliye döneminde büyük bir olay çıkarıp içerde kalmayı başarır. Dış dünyadan ve insanlardan nefret eden genç kadın, saldırgan tavırları yüzünden akıl hastanesine kapatılır ve orada karşısına çıkan güler yüzlü, içten tavırlarıyla kendisine yaklaşan Dr. Fikret'le tanışır. Kimseyle iletişim kuramayan Emine, doktordan çok etkilenir ve acı dolu geçmişini o‟na anlatmaya başlar. Bir konakta besleme olarak büyüyüp, konağın yakışıklı oğluna aşık olmakla hayatının en büyük hatasını işlemiştir. Emine devam etmekte olan olaylarına bir yenisini daha eklemiş, hapishane müdürünün kafasında vazoyu kırmıştır. 

Mahkemeye hakim karşısına çıkışı daima eli kelepçeli olarak iki süngülü askerin arasında olmaktadır. Bu duruma çok üzülmektedir. Doktor Fikret bu durumu da çözüp, onun süngüsüz askerler arasında mahkemelere çıkmasını sağlar. Artık Emine toplum içinde kendine bir yer edinmiş ve hayatı sevmeye başlamıştır.


ÖDÜLLER

1. Tük Filmleri Festivalinde (1953) ”Tük Film Dostları Derneği” 

İki Süngü Arasında   filmi “Kanun Namına”, “KanlıPara”, “Drakula İtanbul‟da ve “Efelerin Efesi” ile birlikte “En Başarılı  Film”

Şadan Kamil ile beraber, “Kriton İyadis”, “Özen Sermet”, “İhan Arakon” ve “Enver Burçin” “En Başarılı Kameraman”

Adnan Fuat Ural” ile beraber; “Osman F. Seden”, “Orhan M. Arıburnu”, ve “Ümit Deniz” “En başarılı Senaryo yazarı

(Jüri Üyeleri: Burhan Arpad, Max Minecke, Semih Tuğrul, Hüamettin Bozok, Azra Erhat, Mina Urgan, Orhan Hançrlioğu, Nevzat Ütü, Zeki Faik İzer, Asude Zeybekoğu) 


BİR ŞOFÖRÜN GİZLİ DEFTERİ (1967)

Bu sene ikincisi çekilen filmin yapımcısı hariç, tümüyle değişik bir kadro ve teknik ekiple karşımıza çıkmaktadır Süreyya Duru. Filmin senaryosunu yazan ve filmin rejisini yapan Remzi A. Jöntürktür bu kez, Operatörlüğünü de Mahmut Demir üstlenmiş.


Film jeneriğinden de anlaşılacağı üzere teknik ve oyuncu kadrosunda yer alan isimler de şu şekilde sıralanmış:


Prodüksiyon Amiri: Yılmaz Kuzgun, Yardımcısı: Turhan Emli, Reji Asistanları: Mehmet A. Cöntürk, Gülten Karakaya, Nureddin İrişen, Kameraman: Güngör Tetiker, Set: Çetin Dağdelen, Kahraman Kongur, Aslan Yıldız, Hasan Bodur, Baki Soğukpınar, Şarkılar: Müzeyyen Senar,


 Oyuncular: Cüneyt Arkın (Ali), Sema Özcan (Çiler), Mine Sun (Temiz), Toron Karacaoğlu (Kemal), Leman Öztürk (Leman), Reşit Çıldam (köse), Turgut Savaş (Hasan), Necdet Çağlar (Fritz), Ayton Sert (Alinin patronu), Necip Tekçe (Hasanın adamı), Ersun Kazançel (Pire), Haluk Orçun, Kayhan Yıldızoğlu, Diclehan Baban, Muadelet Tibet (Hüsniye), Nuri Genç (Haluk), Muzaffer Doğan, Behçet Nacar, Adnan Mersinli (barmen),


Yoksulluk, adaletsizlik, yağmacılık, fuhuş; toplumsal çürüme manzaraları

Çok kısaltılarak yazılan bu hikayede toplumun mazlum, yoksul ve güçsüz insanlarını yerle bir eden daha bir çok felaket yer alıyor. Aka Gündüz, daha sonra Reşat Enis’in toplumcu bir anlayışla ard arda sıralayacağı trajedileri muhafazakar bir bakış açısıyla sergilerken -belki de doğrudan bir kastı olmaksızın- Cumhuriyet düzeninin sert bir eleştirisini dile getirmiştir. Aslında özellikle mütareke dönemindeki yozlaşma tablosu Osmanlı-Türk romanı için hiç de yeni değildir diye yorumluyor yazar A. Ömer Türkeş.,

 Filmin konusu ve romanın özetine, bir önceki bölümde ilk çekimi olan 1958 yapımı filmi irdelerken yer verilmiştir.


BİR ŞOFÖRÜN GİZLİ DEFTERİ (1958)

Aka Gündüz’ün bu romanı, “Bunu Niçin Yazdım” ön sözü ile başlar

 
“Memleketimin şoförleri! Bu eserimi sizin için ve içinde çalıştığınız cemiyet için yazdım. Fakat hepsini size ithaf ediyorum... Ben bu eserimde bir şoförün hayatını anlatırken, kuvvetle zannediyorum ki, cemiyetin muhtelif manzaralarını da birkaç çizgi ile göstermiş oluyorum. Bunun içindir ki (Bir Şoförün Gizli Defteri) yalnız sizin kitabınız değildir. Burada hemen her vaka bir hakikate temas eder. Yalnız ben onların yerlerini, isimlerini, zamanlarını değiştirdim. Maksadım şu rezili, bu faziletliyi, öteki doğruyu, beriki eğriyi teşhir etmek değil, sadece hayat hadiselerini, amillerini anonim şekle sokarak göstermektir.”

Bir Şoförün Gizli Defteri'in yayımlanış tarihi 1928 mi, 1930 mu? Bazı kaynaklar 1928 diyor. Ama Aka Gündüz önsözüne 1930 tarihini atmış. Bu eser, otomobilin toplumsal hayatımıza yeni yeni katıldığı dönemde geçer. Filmin senaryo sunu yazan ve aynı zaman rejisini yapan usta yönetmen Atıf Yılmaz, Operatörü yanı bu günün deyişiyle görüntü yönetmenliğini Turgut Ören, yapmış, Duru Film adına sahibi olan Süreyya Duru da filmin yapımcılığını üstlenmiş, Filmin ilk çekimi 1958, 1967 yılında da ikinci çevirimi yapılacaktır. 

Oyuncular: Eşref Kolçak (Şoför Erol) , Çolpan İlhan (Çiler), Nurhan Nur (Temiz), Nilüfer Sezer (Eftelya), Saime Bekbay (Mehtap) Ahmet Tarık Tekçe (Sıtkı), Kemal Ergüvenç (Şefik) Kadir Savun (Kazım), Eşref Vural (Baba Nuri), Faik Coşkun, Selahattin İçsel , Hikmet Serçe (Erol‟un Annesi), Araksi Hebo (genelev patronu),

Konu: Şoför Ali, mahalle komşusu paşa kızı Çileri sever, Paşa kızı Çiler ise evlilik yolu ile zengin çevreye girmek ister, bu yüzden kötü yola düşer ve Ali tarafından kur-tarılır. Fa-kat peşini bırakmayan yeni çevresinde ki kişi-ler tarafından vurulur.
Aka Gündüz'ün bu romanı sinemalaşırken; aynı mahal-lede oturan yoksul şoför ile paşa kızı, şoförlükten yanın-da çalıştığı kişinin ortaklığına yükselen Ali ve lüks peşin-de koşarken randevuevine düşen Çiler (randevuevinde Çilek) olur; bilinen (ve karşılaştırılan) kişilikleri, olayları ve şiddeti ile bir küçük in-san ve kenar mahalle melodramıdır film. “Orhan Ünser Kelimelerden Görüntüye, syf,83" 

 ►Her kalp bir çatlak vazodur. Ne kadar aşk doldurur-san doldur, bir gün gelir sıza sıza biter.” Merhum Kâmil Usta böyle dermiş. Ama Erol‟un kalbindeki ateş, belki birbirlerine kavuşamadıklarından aylar yıllar sonra bile „kabuk bağlamış bir yara halinde‟ devam eder…

 Aka Gündüz memleketin şoförlerine ithaf ettiği‟ eseri için Ankara Şoförler Cemiyeti‟nin yardımını görmüş. Romandaki Kâmil Usta, Sina Cephesinde tifüsten ölmüş. Kitaptaki anne, oğlunun öldüğünden habersiz ve Erol‟un yardım olarak verdiği paraları o gönderdi sanıyor… Kahramanımızın babası bir emekli. Memurluk günlerinden tek farkı ceket yerine pijama giyiyor. Ütülü gömleği ve kravatı yerli yerinde. Rakısını çeşmibülbül kadehi ile içiyor. Kardeşi Temiz, ismi gibi bir genç kız. Abisinin en iyi arkadaşı Kazım ile evleniyor… Çiler, Emekli bir generalin mağrur kızı.‟ Erol, uğruna adam bile öldürdüğü bu güzel kızı ancak, ölmeden biraz önce öpebiliyor; Harika bir Eftalya rolündeki Nilüfer Sezer; Kırk tarakta bezi olan celep Faik Coşkun; Aksaray'a gitmek isteyen yaşlı kadın rolündeki Zenne Necdet‟e benzeyen sanatçı; Kedisi için 50 kuruşluk artık et alan mahalleli; Sadettin Erbil'in seslendirdiği Baba Nuri; Gazanfer Özcan‟ın sesi ile Pire Mahmut; Muzaffer Akgün‟ün söylediği "Gidiyom Gidemiyom‟ (Hüseyin Çakır) türküsü... İşte bunlar bu karakterler filmde rol alan.
Aka Gündüz'ün bu romanı sinemalaşırken; aynı mahallede oturan yoksul şoför ile paşa kızı, şoförlükten yanında çalıştığı kişinin ortaklığına yükselen Ali ve lüks peşinde koşarken randevuevine düşen Çiler (randevuevinde Çilek) olur; bilinen (ve karşılaştırılan) kişilikleri, olayları ve şiddeti ile bir küçük insan ve kenar mahalle melodramıdır film.

Bir şoförün hayat hikayesini türlü facialarla “süsleyen” ve bir erken dönem arabeski olma unvanını hak eden bir hikayesi var romanın: Kahramanımız Aksaraylı Erol, dürüst, çalışkan, namuslu ve yardımsever bir şofördür. Karşı komşuları Ekrem Paşanın kızı Çiler’i sever. Sosyal durumlarının farklılığını bilir, ama yine de evlenmek ister Çiler’le. Elbette reddedilecek, üstelik böyle bir densizlik yaptığı için karakola bile çekilecektir. Küçümsen şoförlüğüdür. O da ticarete atılır ama Çiler’i evliliğe ikna edemez. Bu sırada askerlik gelip çatmış, Erol Milli Mücadele’ye katılmıştır. Savaşın en sıcak cephelerinde yine şoför olarak memleket hizmetindedir.

Erol cephede savaşa dursun, İstanbul’da yozlaşma almış yürümüş, Çiler babasının ölümünden sonra semt değiştirip sosyeteye karışmıştır. Sosyete demek yozlaşma demektir... Nitekim Çiler, bu hayata ayak durmak için kısa zamanda “düşer”, erkeklerle para için düşüp kalkmaya başlar. “Paşa Kızı Çilek”tir artık adı. Erol da ilişki kurar onunla, kurtarmak ister, ama gururlu kadın bir kez daha red edecektir Erol’u.


Olayların zincirleme ama kopuk kopuk aktığı hikayede Çiler’in durumu iyide iyiye ağırlaşır. Bir müşterisinden frengi kapar, parasız kalır. Borçlanır. Yine Erol çıkar sahneye. Çileri’in tedavi masraflarını üstlenir, fişlenmekten kurtarıp Bursa’ya götürür onu. Çiler’e hastalık bulaştıran adamı da öldürür. Sonunda Erol ve Çiler evlenirler. Ne var ki güzel günler uzun sürmeyecektir. Çiler, Erol’u yine terk eder, çocuğunu düşürür, Avrupa’da artistliğe başlar. Üstelik kokain de girmiştir hayatına. İşleri bozulup Ankara’ya döndüğünde kaçınılmaz son gelip çatar. Erol, Çiler’i öldürmeye kararlıdır. Ne var ki yaşadığı hayattan pişman kadın kendisini zehirler. Erol ise vurulup yaralanmıştır. Hastaneden kaçar,

'Şoför' Bu Vatanın Çocuğudur

Otomobliin ve sürücüsünün. Otomobil bizde izler bırakmış taşıt: Safiye Ayla'nın bir şarkısı var, Şişli'den otomobile bindiğini söylüyor... Sürücüsüne gelince, hele taksi sürücüsü söz konusuysa, boyuna yenilenen folklorün malzemesi. Şoför edebiyatı, şoför filmleri, minibüs müziği...

Bir Şoförün Gizli Defteri, sürücü Erol'un yakınmasıyla başlar: Canına yandığımın dünyası! Ölüsü tenekeli insanlar! Bir laf çıkarmışlar: Şoför milleti! Ama nereye gitsen bu laf!

Roman, serüvenden serüvene, derin bir aşka, kokaine, uyuşturucuya, yeni başkent Ankara'nın salonlarına, barlarına, İstanbul'un kıyı köşe semtlerine, meyhanelerine, kağşayan konaklarına dağılıp gider.

Şoför horlanan insandır. Şoför bıçkındır ama merttir. Şoför bu vatanın çocuğudur... Şoför, aşkı karşılıksız kalmaya mahkûm kişidir. Şoförün sevgisi geneleve düşmüş bir kadını bağrına basabilir. Şoför bir yalnızlık adamıdır..

Aka Gündüz önsözünde, Memleketimin şoförleri! diye seslenir. Bu eseri onlar için yazmıştır. Onların okuyacağından güvenç duyar. Gelgelelim bazı kaygıları vardır:

Bu sahifelerde belki sizi inciten satırlar göreceksiniz, hoşgörünüz, o satırların her kelimesi bir hakikat olduğu için feda edemedim. Siz halden anlayan insanlarsınız, insan başkasının suçlarını kendi suç-larının terazisiyle ölçer, doğru bulur.

Birkaç paragraf sonra taksi sürücüsünün hayatından bir sahneye yer verir. Çok sıcak yaz günü, 'devlet daireleri (bile) ceketsiz çalışmaya emir almışken', bir taksi durdurulur, 'şoföre irade' edilir: "Seni kerata seni! Niye ceketini çıkardın? Patla, giy ceketini! Ulan it! Niçin kasketini çıkardın? Tak başına o kenefi!

Aka Gündüz bu olaydan izdüşümlerle Bir Şoförün Gizli Defteri'ni 'koca bir memleketin alınteriyle çalışan yüzlerce evladı' için yazdığını belirtir.

1980 sonrasının zaptırapta alışlarından şoförler de nasiplenmişti. Küçük kırmızı bir kitapçık yayımlanmış; taksi sürücüsünün her gün traş olması, ceket giymesi, boyunbağı bağlaması, radyosunu, teybini 'ölçülü' açması, müşterisinin yanında sigara içmemesi istenmişti. Elli yılda değişen bir şey yoktu.

 Aka Gündüz'ün Erol'u itiraz ediyor:

Onlar severse ilanı aşk olur da, biz seversek külhanbeylik. Onlar içer, adına aperatif derler; biz zıkkımlanırız, adımızı ayyaşa çıkarırlar. Onlar gırtlaklaşır, efendim bir şey değil, sinir aksesi! Biz iki tokatlık kavga ederiz, sabıkalı diye yaftayı yapıştırırlar...

Bir Şoförün Gizli Defteri'nin 1946'daki yeni basımını 1960'larda, tarih kitabımın içine gizleyerek oku-muştum. Tadı damağımda kalmıştır.

Dilinin duruluğu, anlatımının akıcılığı, hele şoför Erol'un kokainman Çiler'e dinmez tutkusu, Aka Gündüz'ün eserini yorgun düşürmemiş, yaşlandırmamış. Şöyle sayfalarında gezindikçe, geçmiş günler yazarlarının 'yerlilik' çabalarını bir kez daha hissettim.

Bir Şoförün Gizli Defteri bugünün okurunu hiç mi ilgilendirmez? (Selim İLERİ Radikal – 24.11.2006)

Selim İleri’nin bu kısa açıklamalarından sonra, film hakkında daha geniş bilgi sahibi olabilmemiz için bir de romanın özetine bir göz atalım.


Asıl kahramanımız Aksaraylı Erol, dürüst, çalışkan, namuslu ve yardımsever bir şofördür. Karşı komşuları Ekrem Paşanın kızı Çiler‟i sever. Sosyal durumlarının farklılığını bilir, ama yine de evlenmek ister Çiler‟le. Elbette reddedilecek, üstelik böyle bir densizlik yaptığı için karakola bile çekilecektir. Küçümsenen şoförlüğüdür. O da ticarete atılır; ama Çiler‟i evliliğe ikna edemez. Bu sırada askerlik gelip çatmış, Erol Millî Mücadele‟ye katılmıştır. Savaşın en sıcak cephelerinde yine şoför olarak memleket hizmetindedir.

Erol cephede savaşa dursun, İstanbul‟da yozlaşma almış yürümüş, Çiler babasının ölümün-den sonra semt değiştirip sosyeteye karışmıştır. Sosyete demek yozlaşma demektir. Nitekim Çiler, bu hayata ayak durmak için kısa zamanda “düşer”, erkeklerle para için düşüp kalkmaya başlar. “Paşa Kızı Çilek”tir artık adı. Erol da ilişki kurar onunla, kurtarmak ister, ama gu-rurlu kadın bir kez daha reddedecektir Erol‟u.

Olayların zincirleme ama kopuk kopuk aktığı hikâyede Çiler‟in durumu iyide iyiye ağırlaşır. Bir müşterisinden frengi kapar, parasız kalır. Borçlanır. Yine Erol çıkar sahneye. Çileri‟in tedavi masraflarını üstlenir, fişlenmekten kurtarıp Bursa‟ya götürür onu. Çiler‟e hastalık bulaştıran adamı da öldürür. Sonunda Erol ve Çiler evlenirler.

 Ne var ki güzel günler uzun sürmeyecektir. Çiler, Erol‟u yine terk eder, çocuğunu düşürür, Avrupa‟da artistliğe başlar. Üstelik kokain de girmiştir hayatına. İşleri bozulup Ankara‟ya döndüğünde kaçınılmaz son gelip çatar. Erol, Çiler‟i öldürmeye kararlıdır. Ne var ki yaşa-dığı hayattan pişman kadın kendisini zehirler. Erol ise vurulup yaralanmıştır. Hastaneden kaçar, Aka Gündüz‟ün evinde saklanır. Roman, onun hatıralarını okuyan Aka Gündüz tarafından yazılacaktır.



Romanın ana fikri, bir insan ne kadar kötü durumda olursa olsun, ona hangi yakıştırmalar yapılırsa yapılsın, o insanın mutlaka temiz bir yanı vardır. hiçbir zaman kesin kanaatler de bulunmamalı, insanlara ön yargılı davranmamalıyız. Ayrıca aile içersinde meyda-na gelen her olay sadece o ailenin çözmesi gereken mesele değildir. Bu aynı zamanda toplumsal bir meseledir.

Yoksulluk, adaletsizlik, yağmacılık, fuhuş, toplumsal çürüme manzaraları:

Bu hikâyede toplumun mazlum, yoksul ve güçsüz insanlarını yerle bir eden daha birçok felaket yer alıyor. Aka Gündüz bir taraftan bu insanların başına gelenleri anlatırken diğer taraftan da döneminin sosyal ve ahlâki değerlerini eleştirmiştir. Özellikle İstanbul romanda ele alına başlıca şehirlerden biridir. İstanbul her anlamda yaşanan olumlu olumsuz bütün değişmelerle karşımıza çıkar. İstanbul için yapılan şu yorumlar dikkat çekicidir:

“İstanbul başka bir alemde. İstanbul‟da bir şey olmamış gibi her gün yeni bir siyasi fırka peyda oluyor. Ne kadar çok da diplomatımız varmış! Her teşekkül eden yeni fırka memleket süt limanlıkmış gibi hırlaşmaya başlıyor. Türkiye bütün iktidarını sıfıra kadar tüketmiş, fakat fırkalar iktidar mevkiine geçmek için akla gelmez entrikalar çeviriyorlar. Birtakım abuk sabuk Paşalar amelimanda koşu beygirleri halinde Sadaret yarışına çıkmışlar..... Sizden bir, bizden iki! Diye kabinelerde Nazırlık paylaşıyorlar. Başları akilli, sırtları İngiliz üniformalı Mekke Şerifleri açık faytonlarla Babıali‟ye girip çıkarak çalım satıyorlar. Tünel sokağındaki Hahamın koltuk meyhanesinde bile Filistin bandırası asılı. Fakat İstan-bul eğleniyor.


Ne var ki güzel günler uzun sürmeyecektir. Çiler, Erol‟u yine terk eder, çocuğunu düşürür, Avrupa‟da artistliğe başlar. Üstelik kokain de girmiştir hayatına. İşleri bozulup Ankara‟ya döndüğünde kaçınılmaz son gelip çatar. Erol, Çiler‟i öldürmeye kararlıdır. Ne var ki yaşa-dığı hayattan pişman kadın kendisini zehirler. Erol ise vurulup yaralanmıştır. Hastaneden kaçar, Aka Gündüz‟ün evinde saklanır. Roman, onun hatıralarını okuyan Aka Gündüz tarafından yazılacaktır.

Romanın ana fikri, bir insan ne kadar kötü durumda olursa olsun, ona hangi yakıştırmalar yapılırsa yapılsın, o insanın mutlaka temiz bir yanı vardır. hiçbir zaman kesin kanaatler de bulunmamalı, insanlara ön yargılı davranmamalıyız. Ayrıca aile içersinde meydana gelen her olay sadece o ailenin çözmesi gereken mesele değildir. Bu aynı zamanda toplumsal bir meseledir.

Yoksulluk, adaletsizlik, yağmacılık, fuhuş, toplumsal çürüme manzaraları:


Bu hikâyede toplumun mazlum, yoksul ve güçsüz insanlarını yerle bir eden daha birçok felaket yer alıyor. Aka Gündüz bir taraftan bu insanların başına gelenleri anlatırken diğer taraftan da döneminin sosyal ve ahlâki değerlerini eleştirmiştir. Özellikle İstanbul romanda ele alına başlıca şehirlerden biridir. İstanbul her anlamda yaşanan olumlu olumsuz bütün değişmelerle karşımıza çıkar. İstanbul için yapılan şu yorumlar dikkat çekicidir:

“İstanbul başka bir alemde. İstanbul‟da bir şey olmamış gibi her gün yeni bir siyasi fırka peyda oluyor. Ne kadar çok da diplomatımız varmış! Her teşekkül eden yeni fırka memleket süt limanlıkmış gibi hırlaşmaya başlıyor. Türkiye bütün iktidarını sıfıra kadar tüketmiş, fakat fırkalar iktidar mevkiine geçmek için akla gelmez entrikalar çeviriyorlar. Birtakım abuk sabuk Paşalar amelimanda koşu beygirleri halinde Sadaret yarışına çıkmış-lar..... Sizden bir, bizden iki! Diye kabinelerde Nazırlık paylaşıyorlar. Başları akilli, sırtları İngiliz üniformalı Mekke Şerifleri açık faytonlarla Babıali‟ye girip çıkarak çalım satıyorlar. Tünel sokağındaki Hahamın koltuk meyhanesinde bile Filistin bandırası asılı. Fakat İstanbul eğleniyor.

Hayır! Yanlış söyledim anneciğim! Hayır yalan söyledim  babacığım Hayır inanma kız kardeşçiğim! İstanbul eğlenmiyor, İstanbul kan ağlıyor. İstanbul yerine Beyoğlu eğleniyor. diyen Aka Gündüz, Cumhuriyet öncesi dönemi diğer yazarlar gibi ahlâki düşkünlük üzerinden eleştirmektedir. Ne var ki savaştan sonra da değişmez durum. Yoksullar yine yoksul ve güçsüz, zenginler yine zengin ve acımasızdır. İnsan hayatlarını ayaklar altına alındığı bir toplumsal yapı sergiler Aka Gündüz.

İstanbul böyleyken Ankara‟daki gelişmeler de aktarılır. Evlendikten sonra Erol ve Çiler burada yaşamışlardı. “Ankara gittikçe bir alem oluyor. Eski perakendelik süratle siliniyor. Yerine toplu bir cemiyet geliyor. Medeniyet ve konfor fikri ilerliyor. İnşaat, inşaat, inşa-at... Şu kış ortasında bile hiç olmazsa malzeme idhar ediliyor. ” Fakat buradaki anlatımda dikkati çeken unsur, İstanbul karşımıza kötü bir manzara ile çıkarken Ankara gelişen, değişen ve modernleşen bir şehir olarak karşımıza çıkar.

Aka Gündüz, romanında fuhuş, düşmüş kadınlar, onların satıcıları ve ahlâki çöküş üzerinde çok durmuştur. Erol, şoförlük yaparken öyle olaylarla karşılaşır ki, romanı okurken hayretler içinde kalmamak imkansızdır. Çifte griler mi dersiniz, eşini adatan kadınlar mı dersiniz, sosyete karışayım derken ayağı kayan genç kızlar mı dersiniz, eşinden sıkılıp genç kızlarla gönül eğlendiren erkekler mi dersiniz... Hemen hemen her tabakada insanı bu romanda bulmak mümkün! Ama Erol fuhuşla mücadele edileceğine fuhuşa neden olan insanlıkla mücadele edilmesinden yanadır.

“Fuhuşla mücadele... Yuf olsun hepinize! Fuhuşla mücadeleden evvel insanlıkla mücadele ediniz. Fuhuş bu insanlığın eseridir. Eserlerine baksın, baksın da yerin dibine girsin! diyerek yazar fuhuşun insanlığın bir eseri olduğundan bahseder. Burada Erol‟un Çiler‟e olan aşkından ve ona olan sevgisinden kaynaklanan bir koruyuculuk ve Çiler‟in mutlaka temiz bir tarafının olduğunu kanıtlama isteği yatmaktadır. Zaten romanın ilerleyen bölümlerinde Erol, Çiler‟in temiz kalan bir yanının olduğuna inandığı için onu düştüğü bataktan kurtarmaya çalışacak hatta onunla evlenecektir. Çevreden gelen bütün dedikodulara kulağını tıkar ve Çiler‟i temiz bir aile kızı yapmaya karar verir. Bu kararı vermede sadece bu düşünceler yoktur. Erol her zaman Çiler‟i sevmiş ve onu ne kadar „düşmüş‟de olsa hiç unutmamıştır. İçinde Çiler‟e karşı her zaman iyi duygular beslemiştir. “Çiler mi dedim? Bu ağrı birdenbire şakaklarıma neden yapıştı? Çiler bir hastalık mıdır ki, derdemez başım sancıdı? Çiler ha, evet ben Temizin bebeğinden başka bir Çiler tanımamıştım. Kimdi o? Onu hiç hatırlamak istemiyorum. Onu onun beni tanımadığı gibi...


Fakat bana bir de mektup yazmışı. Ben o mektubu neden cüdanımın içnden çıkarıp atamıyorum, yakmıyorum? diyerek Erol, Çiler‟ olan duygularını hem açığa vurmakta hem de saklamaya çalışaktadır.

Romanda çk fazla yer almasa da Erol‟n içkonuşalarına da yer verilmişir. Bu iç konuşmalarda, Erol Çiğler‟ olan ilgisi,sevgisi,onu kurtarma isteği karşısında Erol‟n şaşkınlığını gömekteyiz. Bir taraftan Çiler‟ kurtarma isteğ yani aşı konuşrken diğr taraftan da kini onu yalnız bırakmamaktadır.

Erol‟n ölü hakkındaki görüşeri yine iç konuşma şeklinde verilmişir. Ona göre seven adam intihar etmez. İtihar aşın aczini göterir. İtihar eden kahraman değldir. Asıl kahramanlık Erol‟n yaptığıdır. O yaşmak istemektedir, çünkü daha çk sevmek içn daha çok yaşmak istemektedir. Hayatı istemektedir. Öü ona zorla gelmeli, ensesine çullanmak istememeli, Erol onunla pençleşeli, boğşalı, hangisi mağup olursa o önemlidir.  

Çiler ve onun gibi düşen diğer kızların hali yürek yakıcıdır. Oradan oraya savrulmakta, efendileri olan kadınların emirleri altındadırlar. Çiler de „düşmüş ‟kadınlara en iyi örnektir. Önceden Paşa Kızı Çiler iken, şimdi Paşa Kızı Çilek olmuştur. Eskiden herkese yüksekten bakan Çiler, şimdi karnını doyurabilmek için o insanlarla yatıp kalmaktadır. Eskiden son moda elbiseler giyen Paşa Kızı Çiler şimdi üzerine giyecek yünlü entariyi zor bulmaktadır. Bir deri bir kemik kalmıştır. Artık eskisi gibi müşteri de bulamamaktadır. İşte, KÖTÜ SON!

Bütün bunlara rağmen Erol, Çiler‟i düştüğü bataktan kurtarmak için çareler aramakta ve çarenin fuhuşla mücadele olduğuna kanaat getirmektedir. O, fuhuşla gerçekten mücadele edilmesini istemektedir. Ona göre düşmüş kadın mutlaka kalkmak ister. Ona hemen damga vurulmamalıdır. Fuhuş ile mücadelede için üç önemli nokta vardır: Çaçalar, tefeciler, komiser muavinleri... Erol bir taraftan fuhuşla mücadele için çareler aramakta bir taraftan da “Ulan sersem şoför! Bu işler, bu ukalalıklar senin neyine!? Sen kendi yağınla kavrul, kendi derdinle yan!



Dünyayı düzeltmek, yanlış yollarda kılavuzluk etmek senin ne haddin be avanak!...  dese de Çiler‟e olan aşkını sığınak göstererek ona yardım etme duygusundan hiç vazgeçmez.

Bu özellikler, Aka Gündüz‟ün hemen her romanında karşımıza çıkacaktır. Toplumun farklı kesimlerinden gelen insanları toplumsal sarsıntılar yüzünden acılar içinde kıvranırken yakalar o; romanlarındaki belli başlı tipler arasında; havai, zayıf ruhlu, akıllı, ciddi kadın ve erkekler, saf ve masumca sakin bir hayat yaşarken, yahut hayatta sığınacak bir yer bulmak için çırpınırken yoldan çıkarılan kızlar, iğfal edilen ev kadınları, keyif verici muzır maddelerin tesiriyle harap olanlar, bunlardan başka bilhassa büyük inkılâpta çalışan kahramanlar, fedakârlar ve Türk büyüklüğünü ve faziletini temsil edenler vardır.

Erol, roman boyunca düşüncelerini açıkça söyleyen, özeleştiri yapan,düşünce ve duygularından bahseden bir tip olarak karşımıza çıkar. Çiler‟le evlenip Ankara‟ya taşındıktan sonra şiir karalamaya başlamıştır. Hatta yağmur yağması için yazıp duvara astığı şiir (şiiri astıktan sonra yağmur yağar) onun mahalle arasında ün kazanmasına neden olmuştur. O da  şairleştiğinin farkındadır. “Enine boyuna şairleştiğimin ben de farkındayım. Yalnız ban ne sembolik şair olabiliyorum ne de senfonik... Benim sesimden kafatasına inmiş bir bulut ahengi, benim kafiyemde sağrıya batmış bir çuvaldız sivriliği var. Yalnız karıcığımla karşı karşıya geçtiğim zaman lirik oluveriyorum. Eğer o akşam ev kalabalıksa şairliğim de komikleşiyor. Yalnız şu şairlik ister lirik, ister komik, isterse tiftik olsun karın doyurmuyor...  diyerek hem kendinden hem de şairlik mesleğinden bahsetmektedir.

Günler mi, haftalar mı, aylar mı geçi? Zamanın öçüüne olursa olsun ben bir Abdühak Hamit tezadı içnde geçriyorum: Dopdolu bir boşuk ve bomboşbir doluluk içindeyim. Hayatım: Tembel romancının yarıda bıraktığı tatsız, fasılalı tefrikaya döndüm öyle yavanım ki... ?  belki de bu bölüm roman içersinde bir insanın ruh halini tasvir eden en iyi bölümlerden biri!

Çiler Erol‟an hamile kalmış fakat çocuk istememektedir. Bu nedenle çocuğunu düşürmüştü. Çiler, bunun sebebini şöyle açıklar:

... Sen tamamen mazisin Erol. Bana her bakışında göz bebeklerinde bunu göüyorum. Sen her gün, her saniye benim mazimi yaşıyorsun. Onunla endişleniyorsun, onunla korkuyorsun. Yalnız mazimin çirkinliğni unuttun, yoksa mazimin... ah... daha ne söliyeyim, anlatamıyorum... ?  diyerek çocuğu istemediğni söylemektedir.

Romanın sonunda Çiler intihar etmektedir. Belediyenin kuduz köpekleri ödümek için kullandıkları ilaç ile Erol‟n gözleri önünde kendini ödürür. Kendisinin artık insan olmadığını âdeta köpekleşiğni söleyen Çiler, bir insan gibi değl, bir köpek gibi ölmesi gerektiğni söyler. Erol, evdeki bir müşteri tarafından vurulur. Hastaneye kaldırılır. Onun aklında tek bir düşüce vardır: Çiler‟n temiz bir tarafının kaldığını kanıtlamak. Çiler‟n ölümü onun temiz tarafının galip gelmesidir.  İşe bu nedenle hastaneden kaçar ve Aka Gündüz‟ün evine gelir. Ona gizli defterini teslim eder. Erol, bir namus davasının değl, bir hayat davasının peşinde koşuşur. Basit bir karı koca meselesi değl, bir cemiyet meselesinin içnde eriyip gitmişir. (bilgiyelpazesi.net/egitim_ogretim)