16 Temmuz 2012 Pazartesi

UMUT ZAMANI (1987)

Bekir Yıldız’ın 1972 yılında “Harran” isimli hikayesindeki bir bölümünden alıntı yapılarak sinemalaştırılan bir film Umut Zamanı adını taşımaktadır. Yazılışından on beş sene sonra bu hikayeyi okuyan Hasan Karcı konuyu çok beğenmiş olacak ki hemen senaryoyu yazmış ve 1987 yılında da yönetmiş. 1984 yılında bir filmde kamera asistanlığı yapar yapmaz, bu meslekte tecrübe kazandığına inanan Orhan Temizkan 3 sene boşta bekledikten sonra, 1987’de ilk filmi olan bu filmde, görüntüdeki ustalığını gösterme fırsatını bularak mesleğini 1995 yılı sonuna kadar devam ettirmiş ve toplam 6 filmle sinemayı noktalamış. 1985 yılından başlayarak 1994 yılına kadar geçen süre içinde Türk sinemasına 62 film kazandıran yapımcımız ise Metro filmin sahibi Zeki Kafalı. Güçlü bir kadrodan yoksun olan bu filmde oynayanlar; 

Yalçın Gülhan (Gaffar), Süreyya Mertoğlu (Zara), İhsan Yüce, Baki Tamer, Yusuf Çetin, Fikret Fırtına

Konu: Kaçakçılık yaparak hayatını kazanan Gaffar ile Zara’nın aşk öyküsü. Güneydoğu Anadolu'nun, özellikle de Urfa-Diyarbakır yöresinin ağa-aşiret-töre üçgeni içindeki sert, acımasız, dolayısıyla da sarsıcı insan ilişkileri ustalıklı bir kurguyla bir uçtan hikayemize ve filme taşınırken; kapitalist bir ekonominin pençesinde yabancılaşan Türkiye insanının dramı yine çarpıcı tablolar halinde anlatılmakta.



15 Temmuz 2012 Pazar

ÇARK (1987)

1987‟de çekilen ÇARK filminin yönetmeni Muzaffer Hiçdurmaz. Haşmet Zeybek filmin senaryosunu yazmış. Görüntü yönetmenliğini yapan 1957 doğumlu Erdoğan Ererez, 22 filmle sinema piyasasının içinde yer alan bir kameraman. Müziklerini hazırlayan Cahit Berkay ve Cem Karaca (1945-2004). Filmin yapımcısı ise Burak Filmin adına Sungur Esen ve İbrahim Mertoğlu 

Yeşilçam filmlerinde toplumsal gerçekleri gözler önü-ne süren Bekir Yıldız‟dan uyarlanan bu filmin oyuncuları; Tarık Akan, Müge Akyamaç, Savaş Yurttaş (1944-2002), Erol Demiröz, Oktay Sözbir (1943-2006), Günay Girik, İhsan Yüce (1930-1991), Muazzez Kurdoğlu (1920-1996), Bekir Yıldız (1933-1998), Haşmet Zeybek, Erdal Sümer, Hikmet Karagöz, Kenan Bal, Diler Saraç, Zehra Alptürk, Savaş Taner, Cezmi Baskın

“ Dört işçi arkadaşın mücadelesi. Cam fabrikasında çalışırken patronla tartışan işçiler, işten çıkarılır. Tersane de çalışırken de patron tarafından grev kırıcı olarak kullanıldıklarını fark ederek işten ayrılılar. Kazlıçeşme'de zor koşullarda çalışırken bir arkadaşları ölür. Bu iş kazasından sonra işçiler örgütlenip grev başlatırlar. Bu arada işçilerden birinin karısı kocasının işsiz günlerinde polis olarak çalışmaya başlamıştır. Grev başladıktan sonra grevci koca ile polis karısı karşı karşıya gelirler.

Ödül:

 Ankara I. Film Şenliği‟nde (1988), Cahit Berkay "en iyi müzik" ödülünü kazandı.
 "Çark", günümüzün emekçi kesiminin yaşamından, sorunlarından ses getiren bir film... Uzun süre asistanlık yaptıktan sonra ilk fılmini gerçekleştiren Muzaffer Hiçdurmaz, bize günümüz İstan-bul'unun bir de işçi gözüyle görülmüş durumunu yansıtıyor. 


Kahramanlarımız, oldukça yoksul bir çevreden gelme, değişik yaşlarda 4 kafadar emekçi... Önce cam sanayiinde çalışıyorlar. Ancak emeklerinin gerçek karşılığını almak istediklerinde, "plastik rekabeti" dolayısıyla camcılığın öldüğünü söyleyen patron tarafından kapı önüne konuluveriyorlar... Daha sonra gemi onarımında çalışmayı deniyorlar, ama bu kez de patron tarafından, tıpkı kendilerinin de başına geldiği gibi, "grev kıncı" olarak kullanıldıklarını fark ediyorlar. Bir sonraki aşama ise Kazlıçeşme'deki deri atölyelerinde çalışmaktır.

Burada İstanbul'un göbeğinde, inanılmaz, akıl almaz sağlık koşulları içinde çalışırken meydana gelen bir kaza, kahramanlarımızın öncü olduğu haklı bir grevi başlatacaktır...

"Çark", aslında pek başarılı bir film değil. Hiçdurmaz son derece hızlı, adeta soluk almaya vakti olmayan işlevsel bir anlatımla, kimi sorunların üstüne gitmeye, kimi bildiriler vermeye çalışıyor. Bunu yaparken, filminin yaşamla özdeşleşmesine, hayatın nabzını yakalamasına fırsat bırakmıyor. Her şey yalnızca olması gerektiği gibi, tüm diyaloglar en klasik türden, filmin tüm kalabalık sahnelerinde yönetmenin "haydi" diyen sesini işitiyor gibi oluyorsunuz.

En zor inandıran geri sanat yapıtları ürettermiş bir film "Çark..." Ancak bu eksiklikler, filmin belli bir güç içermesine de engel olamıyor. Çünkü sinemamızda özellikle 12 Eylül'den ve Yılmaz-Güney'le Yavuz Özkan'ın kimi filmlerinden beri yokluğu duyumsanan işçi sinemasına bir örnek bu film... 1980'li yıllarda, Atıf Yılmaz'ın filmleri veya Başar Sabuncu'nun "Kupa Kızı", "Asılacak Kadın" vb. fılmleri dolayısıyla, "İşte gerçek burjuva fılmleri" nitelemesini yaptığımız, manşetler attığımız okurlarımızın hatırındadır. Çünkü sinemayı sarıp sarmalamış olan "lumpen" örtünün kalkmasım, daha değişik kategoriler oluşmasını, eğer Türkiye'de bir küçük - burjuvazi oluşmuşsa, bunun kendi filmlerini yapmasım ve izlemesini doğal buluyoruz. Ama aynı biçimde, emekçi sınıfların da, emekçi kökenli yönetmenler aracılığıyla kendi filmlerini yapması ve seyretmesi olanaklarının var olması koşuluyla...

İşte "Çark", 12 Eylül'den beri yapılmış belki ilk işçi fılmi olma önemini taşıyor... Filmin çeşitli aksaklıkları, kalabalık sahnelerde, özellikle finalde elde edilen etki gücüyle sanki unutuluyor, geriye günümüz Türkiyesi'nde kimi zaman hata "vahşi" dönemi yaşayan bir kapitalizmin, sağlıksız bir kentleşmenin, dengesiz bir sanayileşmenin hala mümkün kıldığı emek sömürüsünden hazin görünümler kalıyor. Özellikle yineleyelim, İstanbul'un göbeğinde Kazlıçeşme rezaletinin sürüp gitmesi gerçek bir utançtır. Film, kimi belgesel tadında bölümleriyle bu tür saptamaları yapıyor. Gerisi, yani bir emekçi sınıfı sinemasının Ayzenştayn veya Yılmaz Güney sineması düzeyine ulaşması ise, belki ilerde gelecek... (Atilla Dorsay)


HALKALI KÖLE (1986)


HALKALI KÖLE Bekir Yıldız’ın 1980 yılında yazdığı bir hikaye. Bu kez Bekir Yıldız yapıtlarından Yeşilçam Sinemasına hayat verecek olan yönetmen Ümit Efekan, 1986 yılında çekimi yapılan bu filmin senaryosu Efekan ile Haşmet Zeybek ikilisine ait.

Haşmet Zeybek, yazarlık bölümü Mitoloji dersi öğretim görevlisi. 70'li yıllarda Şehir Tiyatrosu'a katılan Haşmet Zeybek oyuncu ve yönetmen olmasının yanı sıra yazdığı oyunlar ve araştırmalarıyla da Türk Tiyatrosuna hizmet vermektedir. Türk sinemasında 1981-90 yılları arasında 15 filmin senaryosunu yazmış, 12 filmde de oyunculuk yapmıştır. Görüntü yönet-meni Salih Dikişçi, sinemada oldukça deneyimli ve ödüllü bir kişi. 1970 yılından bu tarafa görüntülerini beyaz perdeye aktardığı filmlerin sayısı 240 ları geçiyor. Çeşitli tarihlerde düzenlenen Antalya ve Ankara Film Şenlikleri’nde toplam 5 filmin “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülünü alarak başarısını kanıtlamıştır.

Yeşilçam’ın unutulmaz müzik adamı Metin Bükey kadar başarılı bir müzik adamı olan Cahit Berkay, filmin müziğini yaparak olmazsa olmazların bir örneğini vermiştir. 1965 yılında “Buzlar Çözülmeden” filmini müzikleyen Berkay’ın günümüze kadar müziklerini yaptığı film sayısı 130 ları geçmiştir. Bir çok ödülü olan sanatçı aynı zamanda “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ne sahip bir müzisyendir. Filmin yapımı; Halis Şenol’un sahibi olduğu ve yapımcılığı süresince (1985-1988) Yeşilçam’a 10 film kazandıran! Pınar Video.


Rol alan sanatçı kadrosundaki oyuncular, Tarık Akan, Zuhal Olcay, Melike Zobu, Ferdi Altuner, Menderes Samancılar, Mesut Çakarlı, Muazzez Kurdoğlu, Haşmet Zeybek

“Özel bir yaşam olan aile kurumunu yargılayan, kadın-erkek beraberliklerine belgeci bir tutumla yaklaşan bir uyarlama film. Filimde Zuhal Olcay çok doğal bir oyun tutturmuş. Melike Zobu ise ilk kez kendini aşan bir oyun sergiliyor” diyor Agah Özgüç. Ancak biraz fazlaca bilgi edinebilmek için aşağıda yer alan sinema yazarlarımızın görüşlerini okuyalım.

 Bekir Yıldız'ın "Halkalı Köle"sini ("Aile Savaşları"nı okumadım) önceleri oldukça tedirgin olarak, bir tür diken üstünde okumaya başladığımı anımsıyorum. Bu, kitabı bir roman mı, yoksa bir anı kitabı gibi mi okumak gerektiği konusundaki belirsizlik kadar, kitabın Yıldız'ın özel yaşamının bir bölümünü (veya dönemini) sergilemesinden kaynaklanıyordu. Gerçi her tür yapıntı yapıtta yazar sonuç olarak biraz da kendi yaşamını anlatır. Ama bu kez olaylar, roman tekniğiyle yoğrulmaktan çok, bir anı defteri gibi anlatılıyor, üstelik Yıldız, bunun "kendi hayatı" olduğunu açıkça söylüyordu.

 Özel yaşamların bu tür sergilenmesi, beni hep biraz rahatsız etmiştir. Ama "Halkalı Köle"de bu tür tedirginlik1er çabucak aşılıyor ve yapıtın (roman, anı neyse) büyüsü işlemeye başlıyordu. Bunun temel nedeninin, yapıttan taşan "içtenlik" olduğunu sezmiştim. Anlattıkları yalnız Yıldız'ın yaşamından bir bölüm değildi. Yıldız için hala çok güncel, "yakıcı", etkisi süren, alevi buram buram tüten olaylardı bunlar anlaşılan... Ve bu içtenlik, bu "sahiplik" duygusu eninde sonunda etkisini gösteriyordu.

"Halkalı Köle" filmi, temelde aynı avantajdan yararlanıyor. Yine bir "özel yaşam" sergilemesi karşısında olunduğunun anlaşılmasıyla gelen rahatsızlık da, kitapta bir derece kabul edilen Yıldız'ın oldukça kuramsal, "kitabı" laflarının getirdiği yapaylık duygusu da, kısa sürede filmin tıpkı roman gibi içerdiği içtenlik nedeniyle siliniyor. Yıldız, anlaşılan ilk karısından çok çekmiş... Çektiklerini anlatırken, tüm bir evlilik kurumunu "köylü, kentli ve Avrup
alı" gözüyle, yargılıyor, irdeliyor, ayrıştırıyor... Kırsal kesim kökenli 2 insan arasında, kent yaşamı ve diğerleri üstüne kurulan, üstelik bir de Almanya deneyi geçiren bir evliliğin, biraz toplumsal ve ekonomik, ama daha çok insancıl/bireysel engellere çarparak tuzla buz olmasını, "sevginin ölmesi" ile birlikte doğan gerilimi, giderek düşmanlı baştan sona irdeliyor film Tam anlamıyla "bir evliliğin (veya bir boşanmanın anatomisi" bu Yıldız'ın kitaptan gelen kimi yargılarının, benzetmelerinin (ailelerle imparatorluklar arasındaki koşutluk gibi) alabildiğine "tumturaklı" kaçması veya mahkemenin bizdeki yargı sisteminden çok Amerikan mahkemelerine benzemesi gibi olumsuz öğeler, evlilik olayına yaklaşımın görkemli sağlamlığı karşısında unutuluveriyor. Ve karşınızda, Türk sinemasında yapılmış en (belki de tek) radikal evlilik irdelenesi filmini buluyorsunuz ...

Yıldız, romanda/filmde, önceleri karısına asıl suç payını bırakır gibi oluyor. Nitekim finale doğru mahkemenin kararı (Yıldız'ın tüm romanlarının geçmiş gelecek tüm baskılarının gelirine kadının el koyması) hele gerçek olduğu da bilinince, kadını pek sempatik göstermiyor elbette... Ancak Yıldız'ın baş kişisinin (kendisinin) yeni kadınıyla arasında" çocuk sorunu" dolayısıyla doğan sürtüşme ve bu olayda erkeğin davranışı, filmde zaten alttan alta var olan "erkek eleştirisi"ni, "maşist toplum" eleştirisini de doruğuna çıkarıyor. Bu haliyle, film, günümüz Türkiye’sinde evlilik ve kadın-erkek beraberliği konularında sanat yapıtı düzeyini de aşıp belge konumuna erişen bir eser..

"Halkalı Köle", Ümit Efekan'ın şimdiye dek yaptığı en önemli film olduğu kadar, görüntü ve müzik çalışmalarıyla da değerleniyor. Oyuncular ise bence çok başarılı: Tarık Akan, şimdiye dek oynadıklarından çok farklı bir rolde gerçek bir oyuncu olduğunu gösterirken, Zuhal Olcay’ın birinci sınıf oyunu, bu aktrisin sinemamız için ne büyük kazanç olduğunu birkez daha belgeliyor. (Atilla Dorsay)





KARA ÇARŞAFLI GELİN (1975)


Bekir Yıldız’ın “BEYAZ TÜRKÜ” kitabında yer alan “Kara Çarşaflı Gelin” ve “Barutçu Maho” isimli hikayelerinden Vedat Türkali tarafından senaryolaştırılarak, yönetmen Süreyya Duru tarafından 1975 yılında renkli olarak 35mm olarak filme alınmış 84 dakikalık bir film. Görüntü yönetmeni Ali Uğur bu filmde de başarılı görüntüler çekmiş ve belki de filmin dört ödül birden almasında büyük pay sahibi olmuştur. Yapımcı gene aynı bir evvelki filmde olduğu gibi. Tabi oyuncular farklı.

Filmin kamera arkası çalışanlarından; Set Amiri. Sonay Kanat, Set: Şeref Yılmaz, Ekrem Çınaroğlu, Mehmet Bener, Prodüksiyon Amiri: Reşit Çıldam, Hamit Akçay, Yönetmen Asistanı: Erkan Işıklar, Emel Işık, Kamera Asistanı: Ahmet Demir, Işık: İsmet Yurtçu, Sesleri Alan: Cemal Noyan, Attila Van, Montaj: Özdemir Arıtan, Veli Akbaşlı, Senkron: Ömer Kırımlı, Müzik: Bedirhan Kırmızı, Sadık Gürbüz, Ses: Ayşe Şan, Şerif Akbağ, Efek ve Seslendirme idaresi: Sudi Yılmaz, Şiir: Ahmet Arif, (Acar Film Stüdyosunda renklendirilmiş, Lale Film Stüdyosunda ses-lendirilmiştir. )

Rol alan oyuncular ise; Hakan Balamir (Müslüm), Semra Özdamar (Güllüşan), Aytaç Arman (Vakkas), Aliye Rona (Zara), Hüseyin Peyda (Cemal), Zülfikar Divani (Ağa), İhsan Yüce (Kahya), Rengin Arda (Cemal’in Gelini), Menderes Samancılar (Haydar), Sabahat Işık (Zemzem), Reşit Çıldam (Cemal’in Ada-mı), Sırrı Elitaş (Zülküf), Zerrin Yüce (Sedef), Rengin Arda, Bekir Alan, Faysal Dunlayıcı, Mahmut Akbaba, Emel Işık (Güllüşan’ın annesi), Fahri Öztürk (Naim), Turgut Bora, Ahmet Uyanık (Gaffar), Nurettin Kaygısız (Harun), Esin Karakaya, Metin Karakaya,

 “Toprak reformu konusunu işleyen ve ağalık düzenine baş kaldıran bir Güneydoğu filmi. Toprak reformuna karşı çıkan ağayı, gönlünü kaptırdığı erkeğin elini kana bulamasını istemediği için kendini öldüren Güllüşan'ın öyküsü. Kırsal kesimde kan davası, ağa sömürüsü, kaçakçılık, cinsel yaşam, ekonomik dengesizlik gibi köy sorunlarını ele alan bu gerçekçi film, Sansür kurulunca 3 kez yasaklandı. Ancak Danıştay kararıyla gösterime girebildi.

Konusu: Bekir Yıldız'm bu kez üç öyküsünden hareket edilir: "Kara Çarşaflı Gelin" - "Kaçakcı Şahan" - "Bcırutçu Maho" Vedat Türkali'nıin yazdığı senaryoda. İki aile arasında gelişen bir kan davası nedeni ile kan bedeli olarak ortaya sürülen Gülşah'ın öyküSü.

Kara Çarşaflı Gelin’in öykülerine gelince; Kara Çarşaflı Gelin’in Şara’nın kocası komşularından birini vurur cezaevine girer, ölenin kanı hala topraktadır, bunun için karşı taraftan kan alınması gerekmektedir ve Şaranın on üç yaşında ki kızı Genzum (Semra Özdamar) kan bedeli olarak karşı ta-rafa verilecektir. Genzum kendisini kimin alacağını sorar düğünsüz, derneksiz, çeyizsiz verilecek Genzum’u ya karşı ailenin oğullarından biri alacaktır ya da satılacaktır. Genzum ertesi sabah nenesinin kara çarşafını giyerek, babasının kanlılarının evine gelin gider. Sınır dışından köyüne dönen kaçakçı Şahan, çalışıp kazandığı paraları altına çevirmiştir.

Çocuklarının özlemiştir. Sınırda mayına basar, bir bacağı kopmuştur, kesesindeki altınları yutmak için ağzına alır, jandarmalar gelip, kurşunlarlar. Ertesi gün Şahanın ölüsü köy meydanına getirilir, köylü çevresine toplanır. fakat kimse tanımamaktadır. Ceset tek tek köylüye gösterilip sorulur, karısı tanımadığını söyleyerek evine kapanır, babası da', gece yarısından sonra hala köy meydanındaki cesedin yanına yaklaşarak, altınları almak için ağzını açar. Barutçu Maho, "Buyruk sahibi, kiraladığı adama, birini vurdurur, kiralık katil vurduğu adamı niçin vurduğunu öğrenmek ister cevap alamaz. Cenazede ölenin amcası yeğeni ile bir gün önceki konuşmalarını anımsar, cenazeye kiralık katil de katılır. Camiden sonra mezarlığa gidilir, mezar kazılınca, ölenin amcası Nalçacı Hüseyin, kiralık katilin (Tayyar) yanına gelip, dostça ölenle aynı boyda olduğunu mezarı ölçmek için girip yatmasını ister, Tayyar itirazın faydasızlığını bilip girer Hüseyin’i tabancasını çekip tetiği çektirenin kim olduğunu sorar. Can korkusu ile Tayyar, Barutçu Maho'nun adını verir, Maho da cemaatin arasındadır. “Orhan Ünser, “Kelimelerden Görüntüye” syf,211 ”

ÖDÜL:

14. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde
Hüseyin Peyda, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Vedat Türkali “En İyi Senaryo” Semra Özdamar “En İyi Kadın Oyuncu” “Kara Çarşaflı Gelin” En İyi Film


(Jüri Üyeleri: Osman Aydın, ÖnderAydınlı, Ahmet Gönen, Selim İleri, Onat Kutlar, Özdemir Nutku, Mahmut Tali Öngören, Kamil Suveren, Tunca Yönder, Kamuran Yüce, Oktay Akbal) “Agah Özgüç”


 1978 Karlov Vary (Çekoslavakya) Film Şenliği’nde Sendikalar Birliği “Özel Ödülü

 Dışarıya baktı Şara. Gece, ön akşamdan daha aydınlıktı. Aya, güneş vurduğunda hep böyle olurdu bozkırda gece ve geceler. Ansızın pencerenin az ötesindeki lekeyi gördü. Kocasının öldürdü-ğü adamın kanıydı bu. Karanlığın süpürüldüğü gecede, sanki kanatılmış gibiydi toprak.

"Ah!" dedi Şara, yüreğine. "Ah!"
Cılızdı ama, umutlanacağı güçler, Tanrısı, sırtını dönmüştür dünden beri kendisine. Can almıştı kocası çünkü, canı yaradandan tez. Kocasının günahına ortaklaşan başını, pencerenin demirine dayadı Şara. Gözleri, kanlı toprağa bağlıydı gene. Önce bir gölge gibi dikeldi kan. Sonra, gölgenin içi, can doldu sanki. Kocası belli belirsiz çıkageldi ardından. Eli tabancalı, aklı kindar... Bir şeyler konuştular komşusu adamla, tez ve ateşli. Ateş açtı kocası.


Bozkırın tepesinde, yürüyen lamba gibiydi ay. Gelip geçti damların üzerinden. Yel esti bu sıra. Önce, canı söndürdü. Cansız gölge, yeniden serildi yere. Şara, kırmızılanmış toprakla yalnız başına kalınca, "Ah!" dedi, yeni baştan, "Komşu adamın kanı bu."


Yürek, korkuyla tıkabasa dolunca, pencereyi kapattı Şara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deli gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı. Düştüğünde kızının ayakları ucundaydı. Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına.
"Desene aney," dedi Genzua. "Ben kurbanlık kuzu olmuşam."
Eşiklikte oturuyorlardı. Sabah, nerdeyse köyden tarlalara taşınacaktı. Şara, kızının saçlarında el gezdirdi.
"Kardaşını vursalar, daha mı iyi yavrum?" dedi.
"Ama o küçük," dedi Genzua. "El kadar uşağa silah atılır mıymış?"
"Beklerler kurban olduğum. Obalı, kan alacağını unutmaz."
"Çileli başım," dedi Genzua, on üçe yeni ulaşan sesiyle. "Ben de ufağım. Heder etmen beni. Başka mümkünü yok mu?")]

"Ya da toprak ister ölü evi," dedi Şara. "Baban mapusta olmasa, toprak yere girsin."
Genzua, göz düşürdü, yukarıdan aşağıya. Önü ardı, boşluğa geldi ansızın. Soluk aldı, soluk verdi.
"Canım iğneli beşik olduktan sonra," dedi. "İster alın, ister satın."
Şara, dudak ısırdı. Sevgi yeşertti.
"Anan," dedi. "Soyumuza kalkan olan canına kurban olsun. Di kalk esvabın yenilensin." Genzua büzüldü.
"Kanım bugün mü bağışlanacak?"
"He," dedi Şara. "Ölü evi akıtılmamış kana razı. Ve sabırsız."


Genzua, on üçlük bedenini ayağa kaldırdı. Boy atacaktı daha yıllarca. İliği kemiği dolacak, baba ocağında mutlu ya da mutsuz günler yaşayacaktı. Böyle düşünmüştür az öncesine kadar. Ama, babasının akıttığı kana karşılık, kendi kanı bağışlanınca, bu kadarcık kalacağına, ömür yolunun dar ve karanlık olduğuna akıl yürüttü. Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı da. Şara, kızının elinden tuttu. Hafif beden, ağrıdı şimdi. Bıçağı görünce meliyen, huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua.


"Yarın Sal beni aney," dedi. "Bu akşam, bir yanıma sen, öbür yanıma kardaşım yatsın."
"Gözünün yağına kurban." Dedi Şara, umutsuz bir sesle. "Ölüevi kanını soğutmak istemez. Hemin de bokla-rını balta kesmez böylesi günde. Bugün isterler seni. Dedikleri olmalı."
Odaya girdiler. Yüklükten yorganları, döşekleri indirdi Şara. Açmak istediği, Genzua'nın ceviz sandığıydı. Yeşildi rengi. Kenarları çember kaplı...
"Soyun," dedi Şara.

Genzua, kapağı açılmış sandığa baktı. Nenesinden kalma, anasından armağan, iğne oynatmıya başlıyalı beri; kendi eliyle işlediği tek-tük çeyizlerine gönül tazeledi.
"Ya bunlar?" diye sordu Genzua. Halep ibrişimiyle işlenmiş yastık örtüsünü gösterirken.
"Hepsi burda kalacak," dedi Şara. "Düğün olmayacaktı ya!"
Genzua, anasının bacaklarına sarıldı. Ağlamak baldan tatlı geldi.
"Kime varacağım aney?" dedi sonunda. "Düğünsüz, derneksiz."

Şara, bir tutamı kınalanmış kızının saçlarına yüzünü gömdü. Ona da ağlamak, gülmekten hoş geldi.
"Ne bilem Genzuam," dedi. "Ya oğullarından biri alır seni, ya da başkasına satarlar. Elleri dardaymış da."
Güneş tepeye çıktıkça gölgeler ufalıyor, serin yerler azalıyordu. Evlerde kalanlar, çoğunlukla elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı.
Şara, sokak kapısını açtı. Kimsecikler yoktu dışarıda. Ölü eviyle karşı karşıyaydılar. Derinden ağıt sesleri geliyordu. Yaşlı bir kadın ağlarken, güzel sözlerin tümünü öldürülmüş oğluna adıyan...

Genzua, anasının ardına sinmişti. Az sonra gidecekti, duvarlarına bile ağıt sinmiş bu eve.
"Korkma," dedi Şara. "Allah büyüktür. Biz usulde kusur etmiyelim de..."
"He," dedi Genzua. "Şimdi daha iyi anlamışam, ölüevine, ak gelinlik yerine kara çarşafla gitmenin şart olduğunu. Viş..."
Sustu Genzua. Aklına kardeşi gelmişti ansızın. Ana-kız açık kapının ağzında durdular uzun bir süre.
"Ya kardaşım," dedi Genzua sonunda. "Onu nasıl görmeli? Bugün davara gitmeseydi ya."
"Kısmette varsa, günün birinde görürsün," dedi Şara.
Umut, dağdan büyük geldi Genzua'ya.
"He," dedi. "Kardaşımın gözlerinden öperim. Babama da haber sal, kızın ellerinden öper gitti de..."
Ana-kız daha birbirlerini hiç görmeyecekmiş gibi sarıldılar. İki beden birden düştü.
Çözüldüklerinde, Şara eğilip bir taş aldı yerden. Ölü evinin kapısına doğru nişanladı taşı. Ama atmadı, atamadı. Döndü kızına.


"Bak yavrum," dedi "Seni ırak bir yere satarlarsa, dama çıkasan. Taş at penceremize. Yüzünü, gitmeden görmek ister canım."
"He," dedi Genzua, anasına acımış bir sesle. "Söz olsun görünmeden gitmem, ıraklara."
İnceden bir yel esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu. Ölüevindeki ağıt da gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı.


Şara, kaldırdığı taşı, ölü evinin kapısına attı bu sıra. Açılmadı ama. Şara birkaç kez daha taşladı kapıyı. Ölü evinde ağıt durdu sonra. Kapı yavaşça açıldı. Görünürde kimse yoktu. Sanki büyülü bir açılıştı bu. Genzua kıpırdandı. On üçlük bedenini, yaşlandıkça küçülen ama bebeleşmeden ölen nenesinin çarşafı örtüyor-du. Baba ocağına, daha pek çok adım hakkını bağışlayarak, ölü evine doğru yürümeye başladı.
[kyn: oykuleroykuculer.blogcu.com 


 Süreyya Duru'nun 14. Antalya Film Şenliği'nde En İyi Film ödülünü aldığı filmi "Kara çarşaflı Gelin" (1975), iki önemli edebiyatçımızın ortak çalışmasının ürünü olan güçlü bir eser. Vedat Türkali'nin senaryosu, Bekir Yıldız'ın üç farklı hikayesini bir araya getirirken, güçlü diyalogları ve itinayla kurulmuş karmaşık öykü yapısıyla filme sağlam bir temel oluşturuyor. "Kara çarşaflı Gelin"in neredeyse destansı sayılabilecek hikayesi, filmin kurduğu dünyanın temel çatışma noktalarının, beslendiği ahlaki ve toplumsal düzenin ve bu düzenin çepeçevre sardığı insanların iç dünyasının nüvesi sayılabilecek Çarpıcı bir prologla başlar. pusuya düşürerek öldürdüğü adam için köyün ağasından parasını alan köylü çekinerek şu soruyu sorar: "Ben o adamı niye öldürdüm, ağam?" Cevap olarak susması, fazla konuşmaması, merak etmemesi konusunda telkin eder ağa onu. Ağanın sözü kanundur. Tıpkı törenin kanun olması gibi. Katilin çocuk yaştaki kızı, bedel olarak ölü evine gidecektir.

Artık canı ölü evine aittir. Anası ve erkek kardeşi uzaktan kara çarşaflı Gülşan'ın kapıdan içeri girişini içleri parçalanarak derler. Proloğun ardından filmin yazıları akarken seyirci de en keskin haliyle bu dünyanın kurallarıyla tanışmış olur; güçlülerle güçsüzlerin birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı, sınırların ihlal edilemediği, kaderin töreyle yazıldığı bir dünya ve çaresizlik.

Süreyya Duru, arka planın verdiği hikayeyi yıllar sonrasına taşıyarak, çatışmanın ve çaresizliğin hüküm sürdüğü farklı düzlemleri ve düzene meydan okuma ihtimalini film boyunca eksilmeyen bir özenle inceler. Gündelik hayatın her alanında iç içe geçen iktidar mekanizmaları birer birer görünür olur. Kocasını vuran adamın çocuk yaşta evine gelen kızı Gülşan'ı hor gören Zara Ana için kini haklı olduğu kadar hakkıdır; Gülşan'ın alınıp satılır bir mülk, evde durduğu sürece aileye bir yük olarak görür. Köylünün mutlak itaatini bekleyen ağa için köyde yaptırdığı kuyu bir lütuftur; kafası kızdığında kuyuyu yıkıp köylünün suya ulaşma yolunu güçleştirmeyi hakkı sayar. Mülkiyet, iktidarın birincil koşuludur. Mülk sahibi olanın olmayanı ezmeyi hak gördüğü bir düzende Zara'nın büyük oğlu Müslüm, iktidarın el değiştirebilme ihtimalini aklına getirebilen tek kişi olur. Müslüm'ün evde ve köyde attığı adımlar zamanla başkalarım da cesaretlendirmeye, ikna etmeye başlayacaktır. Müslüm, anasına karşı Gülşan'ı kollar; Gülşan'ın ağanın yanında çalışan kardeşi Haydar'la gizlice buluşmasına göz yumar. Zara'nın vatan hizmetinden döner dönmez evlendirmek istediği küçük oğlu Vakkas'ın Gülşan'a gönlünü kaptırmasına kötü gözle bakmaz; Gülşan'ın kanlıları olmadığını, babasının babasını vurmasında başka birilerinin payı olduğunu savunur. Müslüm'ün aile içindeki hakkaniyet arayışı, toprak konusunda da kendini gösterir. Ağalık iktidarını tehdit eden ve köylüye toprak hakkı vadeden reformdan yanadır.

"Kara çarşaflı Gelin", cumhuriyetin başlıca meselelerinden toprak reformunun, 1970'lerde en yoğun biçimiyle gündeme geldiği Ecevit döneminde bile, nasıl bir çıkar çatışmasına kurban gittiğini ortaya koyar. Müslüm'ün liderliğiyle köylü sesini yükseltmesine rağmen, küçük ağa, büyük ağa ve büyük ağanın nüfuzuna karşı koyamayan bürokratlar reform vaadinin boşa çıkmasına sebep olurlar. Müslüm'ün çabaları Zara anayı da ikna ederek Vakkas'la Gülşan'ın düğününe kadar uzanan bir dizi değişikliğin önünü açsa da, bedeli ağır olur.
 
 Film üç öyküden oluşuyor. Öykülerin üçü de yarı feodal ilişkilerin egemenliğini sürdür-düğü Doğu Anadolu'da geçiyor. Egemen sınıfın sömürüye dayalı acımasız baskısı, gelenek ve göreneklerin çağdışı bir yaşama dayalı olarak sürdürülmesi beraberinde trajediyle sonuçlanan bir dizi olaya zemin hazırlıyor.

Öykülerin birinde babasının işlediği bir cinayet yüzünden kan bedeli olarak öldürülen kişinin ailesine veri-len çocuk denecek yaştaki bir kızın dramı anlatılıyor.

Bir diğerinde doğu insanının sınır boyundaki kaçakçılığına değiniliyor. Yaşam ile ölüm arasındaki sınırda geçen bu öyküde yaşamını yitien genç adamın ölürken dişlerinin arasına sakladığı ve bu işin bedeli olan altını daha sonra kız kardeşinin gizlice çıkarması anlatılıyor.
Bir diğer öyküde ise ağanın kiralık katilleri ile çaresiz, yoksul ama dürüst insanların çatışmasından söz ediliyor.


Üç öykülü bir film. Süreyya Duru Vedat Türkali'nin acıyı ve çaresizliği bir oya gibi işlediği senaryodan yola çıkarak farklı kişiliklerin feodal ilişkilerden kaynaklanan gelenek göreneklere tutsak düşmelerinin şiirini yazıyor. Kara Çarşaflı Gelin, Doğu Anadolu gerçeğini çarpıcı, çarpıcı olduğu denli de gerçekçi bir açıdan anlatan Türk sinemasının başyapıtlarından biri. Türk sinemasının bilinen klişe normlarının çok ötesinde olgun ve kusursuz sinema dilinin yanında toprağa dayalı bir sömürünün ana nedenlerini de olaylara fon yapan, yaşanmış yaşanan ve belki bundan sonra da uzun süre yaşanacak sorunları dile getiriyor. Onun içindir ki bu film sansür engeline tam üç kez takılmış sonunda ancak Danıştay kararıyla seyircisinin karşısına çıkabilmiştir. (Burçak Evren) "www.europeanfilmfestival.com”


BEDRANA (1974)

Bekir Yıldız'ın 1971 yılında yazdığı SAHİPSİZLER isimli yapıtında yer alan hikayeler, Yeşilçam sinemasına gerçekten hayat vermiştir. Burada yer alan “Bedrana" ile BEYAZ TÜRKÜ kitabında yer alan “Hamuş” öyküleri; İhsan Yüce ve Vedat Türkali tarafından senaryolaştırılarak  BEDRANA adı ile 1974’de Süreyya Duru tarafından sinemaya uyarlanır. Murat film şirketi adına yapımcısı gene Süreyya Duru’dur.

Asıl adı Abdülkadir Pirhasan olan Vedat Türkali, Türk sinemasında çok iyi tanınan bir yazar bir araştırmacı, bir hikayeci ve aynı zamanda çok iyi bir senaryocudur. 1 Mayıs 2004’den - 1 Mayıs 2005’e kadar ki bir yıl, aydınların, sanatçıların, kültür sanat kurumlarının ve insan hakları savunucularının katılımı ile "Vedat Türkali Yılı" ilan edilmiştir. Çok çeşitli etkinliklerle geçen bu bir yıl, ilk kez yaşayan bir aydına armağan edilmiştir, Türkali cephesinden kısaca durum böyleyken diğer senaryo yazarı, oyuncu ve yönetmen İhsan Yüce 1930-1990 yılları arası yaşamış 6 filmde yönetmenlik yapmış, 55 filmin senaryosunu yazmış, 130 filmde oyunculuk yapmış başarılı bir tiyatro ve sinema oyuncusudur.

Filmin görüntü yönetmeni Ali Uğur, 1929-1998 yıllarında yaşamış bir usta. Az sayıda yönetmenlik (1), senaryo yazarlığı (2) ve yapımcılık (5) gibi uğraşlarının yanında asıl uğraşı olan kameramanlıkta 141 filmi görün-tülemiş başarılı bir ustadır. 1972 Adana 4. Altın Koza Film şenliğinde (Kara Doğan) ve 1964’de 1. Antalya Film Şenliği’nde (Acı Hayat), (Zalimler) “en iyi görüntü yönetmeni” ödülü ile ödüllendirilmiştir.

Filmin jeneriğinden alınan bilgilere göre Prodüktör Amiri: Reşit Çıldam, Asistanı: Selahattin Bozkurt, Set Ekibi: Sonay Kanat, Asistanları: Şeref Yılmaz, Kemal Sönmez, Nurettin Akgül, Reji Asistanı: Erkasn Işıklar, Kamera Asistanı: Mehmet Bozdağ, Müzik: Mevlut Canaydın, Davul: Sedat Ertaş, Türküler: İsmi Güzelateş, Laboratuvar Şefi: Recai Karataş, Montaj Şefi: Özdemir Arıtan, Sesleri Alan, Tuncer Aydınoğlu, Bican Avşar, kamera arkası göreb yapan emekçiler. Film Acar Film Renkli laboratuarlarında hazırlanmış ve seslendirilmiş.

Başarılı bir senaryoyu başarılı bir filme dönüştüren etkenlerden biri de kuşkusuz oyuncuların performanslarıdır. Bu filmde kabiliyetleriyle filmi ölümsüz kılan oyuncular ise; Perihan Savaş (Bedrana), Aytaç Arman (Davud), İhsan Yüce, Tuncer Necmioğlu, Talat Gözbak (1918-1986), Sırrı Elitaş (Ali), Esin karakaya, Sabahat Işık, Reşit Çıldam, Fahri Aktürk, Zülfikar Ervani, Nurcan Lüleci, Emel Işık, Çetin Cansoy,

Konu: Tecavüze uğradığı nedenle ailesi tarafından öldürülmesine karar verilen Bedrana kocası ile tecavüz olayını duyurmak için kasabaya gönderilen haberci beklerken kocası Naif tarafından kayınpederi ve kayın biraderlerinin arzusunu yerine getirmek için karısı Bedrana'nın yalandan intihar etmesini ister, yalandan kendini asacaktır. Naif bunu, kendi öldürmek zorunda olduğu karısını öldürürse. kendinin bir türlü anlamadığı bir şekilde, kasabada ki 'yeşil yakalı ağanın' ceza vereceğinden korkmaktadır. Bunun için karısını yalandan intihara zorlar, iş gerçeğe dönüşünce, görmemek için gaz lambasını söndürür.157 Hamuş ise, "Hamuş babası Şahap ile kasabaya hastaneye gitmektedirler. Hamuşun anası tecavüze uğramış, bu sırada direnmiş bıçaklanmış bu nedenle hastane de yatmaktadır; ama bu olay nedeni ile lekelenmiştir, ölmesi gerekir, Şahap karısını öldürmeye gitmektedir, bunu oğluna söyler. kasabaya varınca Şahap oğluna üç bina gösterir -hastane / hükümet / mahpushane- bunları unutmamasını söyler. İkisi de kadının -karısnın/anasının- aldığı yaralar nedeni ile ölmüş olmasını dilerler. ( Orhan Ünser, “Kelimelerden Görüntüye)

Senaryo/Yönetmen/Görüntü/oyuncu dörtgeni içinde yer alan bu film başarısını aldığı ödüllerle de kanıtlamıştır.

 1974 yılında Karlovy Film şenliğinde (Çekoslavakya) “Cidale” ödülünü aldı.
 11. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Bedrana en başarılı ikinci film ödülüne değer bulundu.
 Perihan Savaş aynı festivalde “en iyi kadın oyuncu” ödülünü aldı.
1975 yılında 4. Yarımca Sanat Şenliği’nde “Bedrana en başarılı ikinci film” seçildi.

Filmin aldığı bu ödüller yanında , sinema yazarımız Atilla Dorsay’ın film hakkındaki övgüye değer görüşüne de yer verelim isterseniz.

 Bekir Yıldız'ın birçok öyküsünde olduğu gibi, görülüyor ki "Bedrana"da da, koca bir tragedyaya, malzeme oluşturacak yoğun bir dram gücü gizlidir. Temelde insanı insana bağımlı kılan ekonomik düzen yat-makta, ağalık insanları ağanın oyuncağı haline getiren, yaşadışına iten düzen sürüp gitmektedir. Bu, üst-yapıda, çağdışı kalmış bır ahlak anlayışına, geri bir inançlar /gelenekler bütününe yansımaktadır. Daha ileri bir düzene (feodal düzenden kapitalist aşamaya) geçmiş olan toplumun diğer kesimlerinin koyduğu yasalar, feodal düzeni sürdüren kesimlerin yaşam pratiğine uymamaktadır. Temel eleştiri, farklı ekonomik aşamalarda bulunan farklı kesimlere aynı üst sayısal değerlere dayanan aynı yasaların uygulanması etrafında dönmektedir. Bu, elbette ki yasaların buna göre değiştirilmesi yönünde değil (bu tür bir eleştiri yöneltilmiştir filme), Doğu'da izlerini silip atamadığımız feodal düzen kalıntılarının sosyo-ekonomik bir kalkınmayla değişime uğratılması yönündedir. Bu temel sorunun yanı sıra, diğer bir dramatik gelişim, filmde öyküde olduğundan daha güçlü biçimde yansıyan, Davut'la Bedrana arasındaki kişisel ilişkidir. Bizce an-laşıldığı anlamda bir "aşk" değildir bu... Olamaz da... Çünkü aşkı da ekonomik koşullar ve onun üstyapısal yansıması olan ahlak belirler. Davut'un Bedrana'yı öldürememesi, çevrenin isteğine karşı çıkması, onu sevmesinden, ona kıyamamasından çok, bu tür bir cinayetin nasıl bir cezayla sonuçlanacağını çok iyi bilmesindendir. Bedrana ölmelidir, ama bu kendisinin elinden olmamalıdır...

Vedat Türkali'nin Bekir Yıldız'ı ayrıntılar, ruhbilimsel incelikler katarak Zenginleştirdiği senaryosu kadar, Süreyya Duru'nun sineması da, Bedran’yı önemli bir film yapmada etkili olmuştur. Duru, olgun bir sinema diline erişmiştir, öykünün en önemli yanlarını vurgulamada. başarı kazanmıştır. Özellikle Davut ile Bedrana arasında geçen son bölümün taşıdığı büyük dramatik gücü olduğu gibi vermeyi bilmiş, iki insan arasında alışılmadık boyutlara erişen ilişkiyi ustalıkla sinemalaştırmıştır. Filmin son sahnesinin çok güdük, hiçbir anlam taşımayan tek ve çok kısa bir plan haline indirgenmiş olmasını bir ku-sur sayıyorum. Burada Davut'un belki Bedrana'ya, belki onu taşıyan ipe, belki de her şeyin kaynağı olduğunu  belli belirsiz sezdiği düzene karşı ateş edişini bir fotoğrafla değil, kanlı canlı bir sinemasal bölümle vermek, sanırım çok daha etkili olurdu. Ali Uğur'un kamera çalışması kadar, Perihan Savaş ve Aytaç Arman'ın arı oyunları da ilgiye değer... "Bedrana", Süreyya Duru'nun bir aşamasını, Bekir Yıldız'ın sine­mamıza kazandırılmasını haberleyen,  sinemamızın yüz akı bir filmdir...