Bekir Yıldız’ın “BEYAZ TÜRKÜ” kitabında yer alan “Kara Çarşaflı Gelin” ve “Barutçu Maho” isimli hikayelerinden Vedat Türkali tarafından senaryolaştırılarak, yönetmen Süreyya Duru tarafından 1975 yılında renkli olarak 35mm olarak filme alınmış 84 dakikalık bir film. Görüntü yönetmeni Ali Uğur bu filmde de başarılı görüntüler çekmiş ve belki de filmin dört ödül birden almasında büyük pay sahibi olmuştur. Yapımcı gene aynı bir evvelki filmde olduğu gibi. Tabi oyuncular farklı.
Filmin kamera arkası çalışanlarından; Set Amiri. Sonay Kanat, Set: Şeref Yılmaz, Ekrem Çınaroğlu, Mehmet Bener, Prodüksiyon Amiri: Reşit Çıldam, Hamit Akçay, Yönetmen Asistanı: Erkan Işıklar, Emel Işık, Kamera Asistanı: Ahmet Demir, Işık: İsmet Yurtçu, Sesleri Alan: Cemal Noyan, Attila Van, Montaj: Özdemir Arıtan, Veli Akbaşlı, Senkron: Ömer Kırımlı, Müzik: Bedirhan Kırmızı, Sadık Gürbüz, Ses: Ayşe Şan, Şerif Akbağ, Efek ve Seslendirme idaresi: Sudi Yılmaz, Şiir: Ahmet Arif, (Acar Film Stüdyosunda renklendirilmiş, Lale Film Stüdyosunda ses-lendirilmiştir. )
Rol alan oyuncular ise; Hakan Balamir (Müslüm), Semra Özdamar (Güllüşan), Aytaç Arman (Vakkas), Aliye Rona (Zara), Hüseyin Peyda (Cemal), Zülfikar Divani (Ağa), İhsan Yüce (Kahya), Rengin Arda (Cemal’in Gelini), Menderes Samancılar (Haydar), Sabahat Işık (Zemzem), Reşit Çıldam (Cemal’in Ada-mı), Sırrı Elitaş (Zülküf), Zerrin Yüce (Sedef), Rengin Arda, Bekir Alan, Faysal Dunlayıcı, Mahmut Akbaba, Emel Işık (Güllüşan’ın annesi), Fahri Öztürk (Naim), Turgut Bora, Ahmet Uyanık (Gaffar), Nurettin Kaygısız (Harun), Esin Karakaya, Metin Karakaya,
“Toprak reformu konusunu işleyen ve ağalık düzenine baş kaldıran bir Güneydoğu filmi. Toprak reformuna karşı çıkan ağayı, gönlünü kaptırdığı erkeğin elini kana bulamasını istemediği için kendini öldüren Güllüşan'ın öyküsü. Kırsal kesimde kan davası, ağa sömürüsü, kaçakçılık, cinsel yaşam, ekonomik dengesizlik gibi köy sorunlarını ele alan bu gerçekçi film, Sansür kurulunca 3 kez yasaklandı. Ancak Danıştay kararıyla gösterime girebildi.
Konusu: Bekir Yıldız'm bu kez üç öyküsünden hareket edilir: "Kara Çarşaflı Gelin" - "Kaçakcı Şahan" - "Bcırutçu Maho" Vedat Türkali'nıin yazdığı senaryoda. İki aile arasında gelişen bir kan davası nedeni ile kan bedeli olarak ortaya sürülen Gülşah'ın öyküSü.
Kara Çarşaflı Gelin’in öykülerine gelince; Kara Çarşaflı Gelin’in Şara’nın kocası komşularından birini vurur cezaevine girer, ölenin kanı hala topraktadır, bunun için karşı taraftan kan alınması gerekmektedir ve Şaranın on üç yaşında ki kızı Genzum (Semra Özdamar) kan bedeli olarak karşı ta-rafa verilecektir. Genzum kendisini kimin alacağını sorar düğünsüz, derneksiz, çeyizsiz verilecek Genzum’u ya karşı ailenin oğullarından biri alacaktır ya da satılacaktır. Genzum ertesi sabah nenesinin kara çarşafını giyerek, babasının kanlılarının evine gelin gider. Sınır dışından köyüne dönen kaçakçı Şahan, çalışıp kazandığı paraları altına çevirmiştir.
Çocuklarının özlemiştir. Sınırda mayına basar, bir bacağı kopmuştur, kesesindeki altınları yutmak için ağzına alır, jandarmalar gelip, kurşunlarlar. Ertesi gün Şahanın ölüsü köy meydanına getirilir, köylü çevresine toplanır. fakat kimse tanımamaktadır. Ceset tek tek köylüye gösterilip sorulur, karısı tanımadığını söyleyerek evine kapanır, babası da', gece yarısından sonra hala köy meydanındaki cesedin yanına yaklaşarak, altınları almak için ağzını açar. Barutçu Maho, "Buyruk sahibi, kiraladığı adama, birini vurdurur, kiralık katil vurduğu adamı niçin vurduğunu öğrenmek ister cevap alamaz. Cenazede ölenin amcası yeğeni ile bir gün önceki konuşmalarını anımsar, cenazeye kiralık katil de katılır. Camiden sonra mezarlığa gidilir, mezar kazılınca, ölenin amcası Nalçacı Hüseyin, kiralık katilin (Tayyar) yanına gelip, dostça ölenle aynı boyda olduğunu mezarı ölçmek için girip yatmasını ister, Tayyar itirazın faydasızlığını bilip girer Hüseyin’i tabancasını çekip tetiği çektirenin kim olduğunu sorar. Can korkusu ile Tayyar, Barutçu Maho'nun adını verir, Maho da cemaatin arasındadır. “Orhan Ünser, “Kelimelerden Görüntüye” syf,211 ”
ÖDÜL:
14. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde
Hüseyin Peyda, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Vedat Türkali “En İyi Senaryo” Semra Özdamar “En İyi Kadın Oyuncu” “Kara Çarşaflı Gelin” En İyi Film
(Jüri Üyeleri: Osman Aydın, ÖnderAydınlı, Ahmet Gönen, Selim İleri, Onat Kutlar, Özdemir Nutku, Mahmut Tali Öngören, Kamil Suveren, Tunca Yönder, Kamuran Yüce, Oktay Akbal) “Agah Özgüç”
1978 Karlov Vary (Çekoslavakya) Film Şenliği’nde Sendikalar Birliği “Özel Ödülü
Dışarıya baktı Şara. Gece, ön akşamdan daha aydınlıktı. Aya, güneş vurduğunda hep böyle olurdu bozkırda gece ve geceler. Ansızın pencerenin az ötesindeki lekeyi gördü. Kocasının öldürdü-ğü adamın kanıydı bu. Karanlığın süpürüldüğü gecede, sanki kanatılmış gibiydi toprak.
"Ah!" dedi Şara, yüreğine. "Ah!"
Cılızdı ama, umutlanacağı güçler, Tanrısı, sırtını dönmüştür dünden beri kendisine. Can almıştı kocası çünkü, canı yaradandan tez. Kocasının günahına ortaklaşan başını, pencerenin demirine dayadı Şara. Gözleri, kanlı toprağa bağlıydı gene. Önce bir gölge gibi dikeldi kan. Sonra, gölgenin içi, can doldu sanki. Kocası belli belirsiz çıkageldi ardından. Eli tabancalı, aklı kindar... Bir şeyler konuştular komşusu adamla, tez ve ateşli. Ateş açtı kocası.
Bozkırın tepesinde, yürüyen lamba gibiydi ay. Gelip geçti damların üzerinden. Yel esti bu sıra. Önce, canı söndürdü. Cansız gölge, yeniden serildi yere. Şara, kırmızılanmış toprakla yalnız başına kalınca, "Ah!" dedi, yeni baştan, "Komşu adamın kanı bu."
Yürek, korkuyla tıkabasa dolunca, pencereyi kapattı Şara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deli gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı. Düştüğünde kızının ayakları ucundaydı. Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına.
"Desene aney," dedi Genzua. "Ben kurbanlık kuzu olmuşam."
Eşiklikte oturuyorlardı. Sabah, nerdeyse köyden tarlalara taşınacaktı. Şara, kızının saçlarında el gezdirdi.
"Kardaşını vursalar, daha mı iyi yavrum?" dedi.
"Ama o küçük," dedi Genzua. "El kadar uşağa silah atılır mıymış?"
"Beklerler kurban olduğum. Obalı, kan alacağını unutmaz."
"Çileli başım," dedi Genzua, on üçe yeni ulaşan sesiyle. "Ben de ufağım. Heder etmen beni. Başka mümkünü yok mu?")]
"Ya da toprak ister ölü evi," dedi Şara. "Baban mapusta olmasa, toprak yere girsin."
Genzua, göz düşürdü, yukarıdan aşağıya. Önü ardı, boşluğa geldi ansızın. Soluk aldı, soluk verdi.
"Canım iğneli beşik olduktan sonra," dedi. "İster alın, ister satın."
Şara, dudak ısırdı. Sevgi yeşertti.
"Anan," dedi. "Soyumuza kalkan olan canına kurban olsun. Di kalk esvabın yenilensin." Genzua büzüldü.
"Kanım bugün mü bağışlanacak?"
"He," dedi Şara. "Ölü evi akıtılmamış kana razı. Ve sabırsız."
Genzua, on üçlük bedenini ayağa kaldırdı. Boy atacaktı daha yıllarca. İliği kemiği dolacak, baba ocağında mutlu ya da mutsuz günler yaşayacaktı. Böyle düşünmüştür az öncesine kadar. Ama, babasının akıttığı kana karşılık, kendi kanı bağışlanınca, bu kadarcık kalacağına, ömür yolunun dar ve karanlık olduğuna akıl yürüttü. Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı da. Şara, kızının elinden tuttu. Hafif beden, ağrıdı şimdi. Bıçağı görünce meliyen, huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua.
"Yarın Sal beni aney," dedi. "Bu akşam, bir yanıma sen, öbür yanıma kardaşım yatsın."
"Gözünün yağına kurban." Dedi Şara, umutsuz bir sesle. "Ölüevi kanını soğutmak istemez. Hemin de bokla-rını balta kesmez böylesi günde. Bugün isterler seni. Dedikleri olmalı."
Odaya girdiler. Yüklükten yorganları, döşekleri indirdi Şara. Açmak istediği, Genzua'nın ceviz sandığıydı. Yeşildi rengi. Kenarları çember kaplı...
"Soyun," dedi Şara.
Genzua, kapağı açılmış sandığa baktı. Nenesinden kalma, anasından armağan, iğne oynatmıya başlıyalı beri; kendi eliyle işlediği tek-tük çeyizlerine gönül tazeledi.
"Ya bunlar?" diye sordu Genzua. Halep ibrişimiyle işlenmiş yastık örtüsünü gösterirken.
"Hepsi burda kalacak," dedi Şara. "Düğün olmayacaktı ya!"
Genzua, anasının bacaklarına sarıldı. Ağlamak baldan tatlı geldi.
"Kime varacağım aney?" dedi sonunda. "Düğünsüz, derneksiz."
Şara, bir tutamı kınalanmış kızının saçlarına yüzünü gömdü. Ona da ağlamak, gülmekten hoş geldi.
"Ne bilem Genzuam," dedi. "Ya oğullarından biri alır seni, ya da başkasına satarlar. Elleri dardaymış da."
Güneş tepeye çıktıkça gölgeler ufalıyor, serin yerler azalıyordu. Evlerde kalanlar, çoğunlukla elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı.
Şara, sokak kapısını açtı. Kimsecikler yoktu dışarıda. Ölü eviyle karşı karşıyaydılar. Derinden ağıt sesleri geliyordu. Yaşlı bir kadın ağlarken, güzel sözlerin tümünü öldürülmüş oğluna adıyan...
Genzua, anasının ardına sinmişti. Az sonra gidecekti, duvarlarına bile ağıt sinmiş bu eve.
"Korkma," dedi Şara. "Allah büyüktür. Biz usulde kusur etmiyelim de..."
"He," dedi Genzua. "Şimdi daha iyi anlamışam, ölüevine, ak gelinlik yerine kara çarşafla gitmenin şart olduğunu. Viş..."
Sustu Genzua. Aklına kardeşi gelmişti ansızın. Ana-kız açık kapının ağzında durdular uzun bir süre.
"Ya kardaşım," dedi Genzua sonunda. "Onu nasıl görmeli? Bugün davara gitmeseydi ya."
"Kısmette varsa, günün birinde görürsün," dedi Şara.
Umut, dağdan büyük geldi Genzua'ya.
"He," dedi. "Kardaşımın gözlerinden öperim. Babama da haber sal, kızın ellerinden öper gitti de..."
Ana-kız daha birbirlerini hiç görmeyecekmiş gibi sarıldılar. İki beden birden düştü.
Çözüldüklerinde, Şara eğilip bir taş aldı yerden. Ölü evinin kapısına doğru nişanladı taşı. Ama atmadı, atamadı. Döndü kızına.
"Bak yavrum," dedi "Seni ırak bir yere satarlarsa, dama çıkasan. Taş at penceremize. Yüzünü, gitmeden görmek ister canım."
"He," dedi Genzua, anasına acımış bir sesle. "Söz olsun görünmeden gitmem, ıraklara."
İnceden bir yel esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu. Ölüevindeki ağıt da gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı.
Şara, kaldırdığı taşı, ölü evinin kapısına attı bu sıra. Açılmadı ama. Şara birkaç kez daha taşladı kapıyı. Ölü evinde ağıt durdu sonra. Kapı yavaşça açıldı. Görünürde kimse yoktu. Sanki büyülü bir açılıştı bu. Genzua kıpırdandı. On üçlük bedenini, yaşlandıkça küçülen ama bebeleşmeden ölen nenesinin çarşafı örtüyor-du. Baba ocağına, daha pek çok adım hakkını bağışlayarak, ölü evine doğru yürümeye başladı.
[kyn: oykuleroykuculer.blogcu.com
Süreyya Duru'nun 14. Antalya Film Şenliği'nde En İyi Film ödülünü aldığı filmi "Kara çarşaflı Gelin" (1975), iki önemli edebiyatçımızın ortak çalışmasının ürünü olan güçlü bir eser. Vedat Türkali'nin senaryosu, Bekir Yıldız'ın üç farklı hikayesini bir araya getirirken, güçlü diyalogları ve itinayla kurulmuş karmaşık öykü yapısıyla filme sağlam bir temel oluşturuyor. "Kara çarşaflı Gelin"in neredeyse destansı sayılabilecek hikayesi, filmin kurduğu dünyanın temel çatışma noktalarının, beslendiği ahlaki ve toplumsal düzenin ve bu düzenin çepeçevre sardığı insanların iç dünyasının nüvesi sayılabilecek Çarpıcı bir prologla başlar. pusuya düşürerek öldürdüğü adam için köyün ağasından parasını alan köylü çekinerek şu soruyu sorar: "Ben o adamı niye öldürdüm, ağam?" Cevap olarak susması, fazla konuşmaması, merak etmemesi konusunda telkin eder ağa onu. Ağanın sözü kanundur. Tıpkı törenin kanun olması gibi. Katilin çocuk yaştaki kızı, bedel olarak ölü evine gidecektir.
Artık canı ölü evine aittir. Anası ve erkek kardeşi uzaktan kara çarşaflı Gülşan'ın kapıdan içeri girişini içleri parçalanarak derler. Proloğun ardından filmin yazıları akarken seyirci de en keskin haliyle bu dünyanın kurallarıyla tanışmış olur; güçlülerle güçsüzlerin birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı, sınırların ihlal edilemediği, kaderin töreyle yazıldığı bir dünya ve çaresizlik.
Süreyya Duru, arka planın verdiği hikayeyi yıllar sonrasına taşıyarak, çatışmanın ve çaresizliğin hüküm sürdüğü farklı düzlemleri ve düzene meydan okuma ihtimalini film boyunca eksilmeyen bir özenle inceler. Gündelik hayatın her alanında iç içe geçen iktidar mekanizmaları birer birer görünür olur. Kocasını vuran adamın çocuk yaşta evine gelen kızı Gülşan'ı hor gören Zara Ana için kini haklı olduğu kadar hakkıdır; Gülşan'ın alınıp satılır bir mülk, evde durduğu sürece aileye bir yük olarak görür. Köylünün mutlak itaatini bekleyen ağa için köyde yaptırdığı kuyu bir lütuftur; kafası kızdığında kuyuyu yıkıp köylünün suya ulaşma yolunu güçleştirmeyi hakkı sayar. Mülkiyet, iktidarın birincil koşuludur. Mülk sahibi olanın olmayanı ezmeyi hak gördüğü bir düzende Zara'nın büyük oğlu Müslüm, iktidarın el değiştirebilme ihtimalini aklına getirebilen tek kişi olur. Müslüm'ün evde ve köyde attığı adımlar zamanla başkalarım da cesaretlendirmeye, ikna etmeye başlayacaktır. Müslüm, anasına karşı Gülşan'ı kollar; Gülşan'ın ağanın yanında çalışan kardeşi Haydar'la gizlice buluşmasına göz yumar. Zara'nın vatan hizmetinden döner dönmez evlendirmek istediği küçük oğlu Vakkas'ın Gülşan'a gönlünü kaptırmasına kötü gözle bakmaz; Gülşan'ın kanlıları olmadığını, babasının babasını vurmasında başka birilerinin payı olduğunu savunur. Müslüm'ün aile içindeki hakkaniyet arayışı, toprak konusunda da kendini gösterir. Ağalık iktidarını tehdit eden ve köylüye toprak hakkı vadeden reformdan yanadır.
"Kara çarşaflı Gelin", cumhuriyetin başlıca meselelerinden toprak reformunun, 1970'lerde en yoğun biçimiyle gündeme geldiği Ecevit döneminde bile, nasıl bir çıkar çatışmasına kurban gittiğini ortaya koyar. Müslüm'ün liderliğiyle köylü sesini yükseltmesine rağmen, küçük ağa, büyük ağa ve büyük ağanın nüfuzuna karşı koyamayan bürokratlar reform vaadinin boşa çıkmasına sebep olurlar. Müslüm'ün çabaları Zara anayı da ikna ederek Vakkas'la Gülşan'ın düğününe kadar uzanan bir dizi değişikliğin önünü açsa da, bedeli ağır olur.
Film üç öyküden oluşuyor. Öykülerin üçü de yarı feodal ilişkilerin egemenliğini sürdür-düğü Doğu Anadolu'da geçiyor. Egemen sınıfın sömürüye dayalı acımasız baskısı, gelenek ve göreneklerin çağdışı bir yaşama dayalı olarak sürdürülmesi beraberinde trajediyle sonuçlanan bir dizi olaya zemin hazırlıyor.
Öykülerin birinde babasının işlediği bir cinayet yüzünden kan bedeli olarak öldürülen kişinin ailesine veri-len çocuk denecek yaştaki bir kızın dramı anlatılıyor.
Bir diğerinde doğu insanının sınır boyundaki kaçakçılığına değiniliyor. Yaşam ile ölüm arasındaki sınırda geçen bu öyküde yaşamını yitien genç adamın ölürken dişlerinin arasına sakladığı ve bu işin bedeli olan altını daha sonra kız kardeşinin gizlice çıkarması anlatılıyor.
Bir diğer öyküde ise ağanın kiralık katilleri ile çaresiz, yoksul ama dürüst insanların çatışmasından söz ediliyor.
Üç öykülü bir film. Süreyya Duru Vedat Türkali'nin acıyı ve çaresizliği bir oya gibi işlediği senaryodan yola çıkarak farklı kişiliklerin feodal ilişkilerden kaynaklanan gelenek göreneklere tutsak düşmelerinin şiirini yazıyor. Kara Çarşaflı Gelin, Doğu Anadolu gerçeğini çarpıcı, çarpıcı olduğu denli de gerçekçi bir açıdan anlatan Türk sinemasının başyapıtlarından biri. Türk sinemasının bilinen klişe normlarının çok ötesinde olgun ve kusursuz sinema dilinin yanında toprağa dayalı bir sömürünün ana nedenlerini de olaylara fon yapan, yaşanmış yaşanan ve belki bundan sonra da uzun süre yaşanacak sorunları dile getiriyor. Onun içindir ki bu film sansür engeline tam üç kez takılmış sonunda ancak Danıştay kararıyla seyircisinin karşısına çıkabilmiştir. (Burçak Evren) "www.europeanfilmfestival.com”