16 Temmuz 2012 Pazartesi

UMUT ZAMANI (1987)

Bekir Yıldız’ın 1972 yılında “Harran” isimli hikayesindeki bir bölümünden alıntı yapılarak sinemalaştırılan bir film Umut Zamanı adını taşımaktadır. Yazılışından on beş sene sonra bu hikayeyi okuyan Hasan Karcı konuyu çok beğenmiş olacak ki hemen senaryoyu yazmış ve 1987 yılında da yönetmiş. 1984 yılında bir filmde kamera asistanlığı yapar yapmaz, bu meslekte tecrübe kazandığına inanan Orhan Temizkan 3 sene boşta bekledikten sonra, 1987’de ilk filmi olan bu filmde, görüntüdeki ustalığını gösterme fırsatını bularak mesleğini 1995 yılı sonuna kadar devam ettirmiş ve toplam 6 filmle sinemayı noktalamış. 1985 yılından başlayarak 1994 yılına kadar geçen süre içinde Türk sinemasına 62 film kazandıran yapımcımız ise Metro filmin sahibi Zeki Kafalı. Güçlü bir kadrodan yoksun olan bu filmde oynayanlar; 

Yalçın Gülhan (Gaffar), Süreyya Mertoğlu (Zara), İhsan Yüce, Baki Tamer, Yusuf Çetin, Fikret Fırtına

Konu: Kaçakçılık yaparak hayatını kazanan Gaffar ile Zara’nın aşk öyküsü. Güneydoğu Anadolu'nun, özellikle de Urfa-Diyarbakır yöresinin ağa-aşiret-töre üçgeni içindeki sert, acımasız, dolayısıyla da sarsıcı insan ilişkileri ustalıklı bir kurguyla bir uçtan hikayemize ve filme taşınırken; kapitalist bir ekonominin pençesinde yabancılaşan Türkiye insanının dramı yine çarpıcı tablolar halinde anlatılmakta.



15 Temmuz 2012 Pazar

ÇARK (1987)

1987‟de çekilen ÇARK filminin yönetmeni Muzaffer Hiçdurmaz. Haşmet Zeybek filmin senaryosunu yazmış. Görüntü yönetmenliğini yapan 1957 doğumlu Erdoğan Ererez, 22 filmle sinema piyasasının içinde yer alan bir kameraman. Müziklerini hazırlayan Cahit Berkay ve Cem Karaca (1945-2004). Filmin yapımcısı ise Burak Filmin adına Sungur Esen ve İbrahim Mertoğlu 

Yeşilçam filmlerinde toplumsal gerçekleri gözler önü-ne süren Bekir Yıldız‟dan uyarlanan bu filmin oyuncuları; Tarık Akan, Müge Akyamaç, Savaş Yurttaş (1944-2002), Erol Demiröz, Oktay Sözbir (1943-2006), Günay Girik, İhsan Yüce (1930-1991), Muazzez Kurdoğlu (1920-1996), Bekir Yıldız (1933-1998), Haşmet Zeybek, Erdal Sümer, Hikmet Karagöz, Kenan Bal, Diler Saraç, Zehra Alptürk, Savaş Taner, Cezmi Baskın

“ Dört işçi arkadaşın mücadelesi. Cam fabrikasında çalışırken patronla tartışan işçiler, işten çıkarılır. Tersane de çalışırken de patron tarafından grev kırıcı olarak kullanıldıklarını fark ederek işten ayrılılar. Kazlıçeşme'de zor koşullarda çalışırken bir arkadaşları ölür. Bu iş kazasından sonra işçiler örgütlenip grev başlatırlar. Bu arada işçilerden birinin karısı kocasının işsiz günlerinde polis olarak çalışmaya başlamıştır. Grev başladıktan sonra grevci koca ile polis karısı karşı karşıya gelirler.

Ödül:

 Ankara I. Film Şenliği‟nde (1988), Cahit Berkay "en iyi müzik" ödülünü kazandı.
 "Çark", günümüzün emekçi kesiminin yaşamından, sorunlarından ses getiren bir film... Uzun süre asistanlık yaptıktan sonra ilk fılmini gerçekleştiren Muzaffer Hiçdurmaz, bize günümüz İstan-bul'unun bir de işçi gözüyle görülmüş durumunu yansıtıyor. 


Kahramanlarımız, oldukça yoksul bir çevreden gelme, değişik yaşlarda 4 kafadar emekçi... Önce cam sanayiinde çalışıyorlar. Ancak emeklerinin gerçek karşılığını almak istediklerinde, "plastik rekabeti" dolayısıyla camcılığın öldüğünü söyleyen patron tarafından kapı önüne konuluveriyorlar... Daha sonra gemi onarımında çalışmayı deniyorlar, ama bu kez de patron tarafından, tıpkı kendilerinin de başına geldiği gibi, "grev kıncı" olarak kullanıldıklarını fark ediyorlar. Bir sonraki aşama ise Kazlıçeşme'deki deri atölyelerinde çalışmaktır.

Burada İstanbul'un göbeğinde, inanılmaz, akıl almaz sağlık koşulları içinde çalışırken meydana gelen bir kaza, kahramanlarımızın öncü olduğu haklı bir grevi başlatacaktır...

"Çark", aslında pek başarılı bir film değil. Hiçdurmaz son derece hızlı, adeta soluk almaya vakti olmayan işlevsel bir anlatımla, kimi sorunların üstüne gitmeye, kimi bildiriler vermeye çalışıyor. Bunu yaparken, filminin yaşamla özdeşleşmesine, hayatın nabzını yakalamasına fırsat bırakmıyor. Her şey yalnızca olması gerektiği gibi, tüm diyaloglar en klasik türden, filmin tüm kalabalık sahnelerinde yönetmenin "haydi" diyen sesini işitiyor gibi oluyorsunuz.

En zor inandıran geri sanat yapıtları ürettermiş bir film "Çark..." Ancak bu eksiklikler, filmin belli bir güç içermesine de engel olamıyor. Çünkü sinemamızda özellikle 12 Eylül'den ve Yılmaz-Güney'le Yavuz Özkan'ın kimi filmlerinden beri yokluğu duyumsanan işçi sinemasına bir örnek bu film... 1980'li yıllarda, Atıf Yılmaz'ın filmleri veya Başar Sabuncu'nun "Kupa Kızı", "Asılacak Kadın" vb. fılmleri dolayısıyla, "İşte gerçek burjuva fılmleri" nitelemesini yaptığımız, manşetler attığımız okurlarımızın hatırındadır. Çünkü sinemayı sarıp sarmalamış olan "lumpen" örtünün kalkmasım, daha değişik kategoriler oluşmasını, eğer Türkiye'de bir küçük - burjuvazi oluşmuşsa, bunun kendi filmlerini yapmasım ve izlemesini doğal buluyoruz. Ama aynı biçimde, emekçi sınıfların da, emekçi kökenli yönetmenler aracılığıyla kendi filmlerini yapması ve seyretmesi olanaklarının var olması koşuluyla...

İşte "Çark", 12 Eylül'den beri yapılmış belki ilk işçi fılmi olma önemini taşıyor... Filmin çeşitli aksaklıkları, kalabalık sahnelerde, özellikle finalde elde edilen etki gücüyle sanki unutuluyor, geriye günümüz Türkiyesi'nde kimi zaman hata "vahşi" dönemi yaşayan bir kapitalizmin, sağlıksız bir kentleşmenin, dengesiz bir sanayileşmenin hala mümkün kıldığı emek sömürüsünden hazin görünümler kalıyor. Özellikle yineleyelim, İstanbul'un göbeğinde Kazlıçeşme rezaletinin sürüp gitmesi gerçek bir utançtır. Film, kimi belgesel tadında bölümleriyle bu tür saptamaları yapıyor. Gerisi, yani bir emekçi sınıfı sinemasının Ayzenştayn veya Yılmaz Güney sineması düzeyine ulaşması ise, belki ilerde gelecek... (Atilla Dorsay)


HALKALI KÖLE (1986)


HALKALI KÖLE Bekir Yıldız’ın 1980 yılında yazdığı bir hikaye. Bu kez Bekir Yıldız yapıtlarından Yeşilçam Sinemasına hayat verecek olan yönetmen Ümit Efekan, 1986 yılında çekimi yapılan bu filmin senaryosu Efekan ile Haşmet Zeybek ikilisine ait.

Haşmet Zeybek, yazarlık bölümü Mitoloji dersi öğretim görevlisi. 70'li yıllarda Şehir Tiyatrosu'a katılan Haşmet Zeybek oyuncu ve yönetmen olmasının yanı sıra yazdığı oyunlar ve araştırmalarıyla da Türk Tiyatrosuna hizmet vermektedir. Türk sinemasında 1981-90 yılları arasında 15 filmin senaryosunu yazmış, 12 filmde de oyunculuk yapmıştır. Görüntü yönet-meni Salih Dikişçi, sinemada oldukça deneyimli ve ödüllü bir kişi. 1970 yılından bu tarafa görüntülerini beyaz perdeye aktardığı filmlerin sayısı 240 ları geçiyor. Çeşitli tarihlerde düzenlenen Antalya ve Ankara Film Şenlikleri’nde toplam 5 filmin “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülünü alarak başarısını kanıtlamıştır.

Yeşilçam’ın unutulmaz müzik adamı Metin Bükey kadar başarılı bir müzik adamı olan Cahit Berkay, filmin müziğini yaparak olmazsa olmazların bir örneğini vermiştir. 1965 yılında “Buzlar Çözülmeden” filmini müzikleyen Berkay’ın günümüze kadar müziklerini yaptığı film sayısı 130 ları geçmiştir. Bir çok ödülü olan sanatçı aynı zamanda “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ne sahip bir müzisyendir. Filmin yapımı; Halis Şenol’un sahibi olduğu ve yapımcılığı süresince (1985-1988) Yeşilçam’a 10 film kazandıran! Pınar Video.


Rol alan sanatçı kadrosundaki oyuncular, Tarık Akan, Zuhal Olcay, Melike Zobu, Ferdi Altuner, Menderes Samancılar, Mesut Çakarlı, Muazzez Kurdoğlu, Haşmet Zeybek

“Özel bir yaşam olan aile kurumunu yargılayan, kadın-erkek beraberliklerine belgeci bir tutumla yaklaşan bir uyarlama film. Filimde Zuhal Olcay çok doğal bir oyun tutturmuş. Melike Zobu ise ilk kez kendini aşan bir oyun sergiliyor” diyor Agah Özgüç. Ancak biraz fazlaca bilgi edinebilmek için aşağıda yer alan sinema yazarlarımızın görüşlerini okuyalım.

 Bekir Yıldız'ın "Halkalı Köle"sini ("Aile Savaşları"nı okumadım) önceleri oldukça tedirgin olarak, bir tür diken üstünde okumaya başladığımı anımsıyorum. Bu, kitabı bir roman mı, yoksa bir anı kitabı gibi mi okumak gerektiği konusundaki belirsizlik kadar, kitabın Yıldız'ın özel yaşamının bir bölümünü (veya dönemini) sergilemesinden kaynaklanıyordu. Gerçi her tür yapıntı yapıtta yazar sonuç olarak biraz da kendi yaşamını anlatır. Ama bu kez olaylar, roman tekniğiyle yoğrulmaktan çok, bir anı defteri gibi anlatılıyor, üstelik Yıldız, bunun "kendi hayatı" olduğunu açıkça söylüyordu.

 Özel yaşamların bu tür sergilenmesi, beni hep biraz rahatsız etmiştir. Ama "Halkalı Köle"de bu tür tedirginlik1er çabucak aşılıyor ve yapıtın (roman, anı neyse) büyüsü işlemeye başlıyordu. Bunun temel nedeninin, yapıttan taşan "içtenlik" olduğunu sezmiştim. Anlattıkları yalnız Yıldız'ın yaşamından bir bölüm değildi. Yıldız için hala çok güncel, "yakıcı", etkisi süren, alevi buram buram tüten olaylardı bunlar anlaşılan... Ve bu içtenlik, bu "sahiplik" duygusu eninde sonunda etkisini gösteriyordu.

"Halkalı Köle" filmi, temelde aynı avantajdan yararlanıyor. Yine bir "özel yaşam" sergilemesi karşısında olunduğunun anlaşılmasıyla gelen rahatsızlık da, kitapta bir derece kabul edilen Yıldız'ın oldukça kuramsal, "kitabı" laflarının getirdiği yapaylık duygusu da, kısa sürede filmin tıpkı roman gibi içerdiği içtenlik nedeniyle siliniyor. Yıldız, anlaşılan ilk karısından çok çekmiş... Çektiklerini anlatırken, tüm bir evlilik kurumunu "köylü, kentli ve Avrup
alı" gözüyle, yargılıyor, irdeliyor, ayrıştırıyor... Kırsal kesim kökenli 2 insan arasında, kent yaşamı ve diğerleri üstüne kurulan, üstelik bir de Almanya deneyi geçiren bir evliliğin, biraz toplumsal ve ekonomik, ama daha çok insancıl/bireysel engellere çarparak tuzla buz olmasını, "sevginin ölmesi" ile birlikte doğan gerilimi, giderek düşmanlı baştan sona irdeliyor film Tam anlamıyla "bir evliliğin (veya bir boşanmanın anatomisi" bu Yıldız'ın kitaptan gelen kimi yargılarının, benzetmelerinin (ailelerle imparatorluklar arasındaki koşutluk gibi) alabildiğine "tumturaklı" kaçması veya mahkemenin bizdeki yargı sisteminden çok Amerikan mahkemelerine benzemesi gibi olumsuz öğeler, evlilik olayına yaklaşımın görkemli sağlamlığı karşısında unutuluveriyor. Ve karşınızda, Türk sinemasında yapılmış en (belki de tek) radikal evlilik irdelenesi filmini buluyorsunuz ...

Yıldız, romanda/filmde, önceleri karısına asıl suç payını bırakır gibi oluyor. Nitekim finale doğru mahkemenin kararı (Yıldız'ın tüm romanlarının geçmiş gelecek tüm baskılarının gelirine kadının el koyması) hele gerçek olduğu da bilinince, kadını pek sempatik göstermiyor elbette... Ancak Yıldız'ın baş kişisinin (kendisinin) yeni kadınıyla arasında" çocuk sorunu" dolayısıyla doğan sürtüşme ve bu olayda erkeğin davranışı, filmde zaten alttan alta var olan "erkek eleştirisi"ni, "maşist toplum" eleştirisini de doruğuna çıkarıyor. Bu haliyle, film, günümüz Türkiye’sinde evlilik ve kadın-erkek beraberliği konularında sanat yapıtı düzeyini de aşıp belge konumuna erişen bir eser..

"Halkalı Köle", Ümit Efekan'ın şimdiye dek yaptığı en önemli film olduğu kadar, görüntü ve müzik çalışmalarıyla da değerleniyor. Oyuncular ise bence çok başarılı: Tarık Akan, şimdiye dek oynadıklarından çok farklı bir rolde gerçek bir oyuncu olduğunu gösterirken, Zuhal Olcay’ın birinci sınıf oyunu, bu aktrisin sinemamız için ne büyük kazanç olduğunu birkez daha belgeliyor. (Atilla Dorsay)





KARA ÇARŞAFLI GELİN (1975)


Bekir Yıldız’ın “BEYAZ TÜRKÜ” kitabında yer alan “Kara Çarşaflı Gelin” ve “Barutçu Maho” isimli hikayelerinden Vedat Türkali tarafından senaryolaştırılarak, yönetmen Süreyya Duru tarafından 1975 yılında renkli olarak 35mm olarak filme alınmış 84 dakikalık bir film. Görüntü yönetmeni Ali Uğur bu filmde de başarılı görüntüler çekmiş ve belki de filmin dört ödül birden almasında büyük pay sahibi olmuştur. Yapımcı gene aynı bir evvelki filmde olduğu gibi. Tabi oyuncular farklı.

Filmin kamera arkası çalışanlarından; Set Amiri. Sonay Kanat, Set: Şeref Yılmaz, Ekrem Çınaroğlu, Mehmet Bener, Prodüksiyon Amiri: Reşit Çıldam, Hamit Akçay, Yönetmen Asistanı: Erkan Işıklar, Emel Işık, Kamera Asistanı: Ahmet Demir, Işık: İsmet Yurtçu, Sesleri Alan: Cemal Noyan, Attila Van, Montaj: Özdemir Arıtan, Veli Akbaşlı, Senkron: Ömer Kırımlı, Müzik: Bedirhan Kırmızı, Sadık Gürbüz, Ses: Ayşe Şan, Şerif Akbağ, Efek ve Seslendirme idaresi: Sudi Yılmaz, Şiir: Ahmet Arif, (Acar Film Stüdyosunda renklendirilmiş, Lale Film Stüdyosunda ses-lendirilmiştir. )

Rol alan oyuncular ise; Hakan Balamir (Müslüm), Semra Özdamar (Güllüşan), Aytaç Arman (Vakkas), Aliye Rona (Zara), Hüseyin Peyda (Cemal), Zülfikar Divani (Ağa), İhsan Yüce (Kahya), Rengin Arda (Cemal’in Gelini), Menderes Samancılar (Haydar), Sabahat Işık (Zemzem), Reşit Çıldam (Cemal’in Ada-mı), Sırrı Elitaş (Zülküf), Zerrin Yüce (Sedef), Rengin Arda, Bekir Alan, Faysal Dunlayıcı, Mahmut Akbaba, Emel Işık (Güllüşan’ın annesi), Fahri Öztürk (Naim), Turgut Bora, Ahmet Uyanık (Gaffar), Nurettin Kaygısız (Harun), Esin Karakaya, Metin Karakaya,

 “Toprak reformu konusunu işleyen ve ağalık düzenine baş kaldıran bir Güneydoğu filmi. Toprak reformuna karşı çıkan ağayı, gönlünü kaptırdığı erkeğin elini kana bulamasını istemediği için kendini öldüren Güllüşan'ın öyküsü. Kırsal kesimde kan davası, ağa sömürüsü, kaçakçılık, cinsel yaşam, ekonomik dengesizlik gibi köy sorunlarını ele alan bu gerçekçi film, Sansür kurulunca 3 kez yasaklandı. Ancak Danıştay kararıyla gösterime girebildi.

Konusu: Bekir Yıldız'm bu kez üç öyküsünden hareket edilir: "Kara Çarşaflı Gelin" - "Kaçakcı Şahan" - "Bcırutçu Maho" Vedat Türkali'nıin yazdığı senaryoda. İki aile arasında gelişen bir kan davası nedeni ile kan bedeli olarak ortaya sürülen Gülşah'ın öyküSü.

Kara Çarşaflı Gelin’in öykülerine gelince; Kara Çarşaflı Gelin’in Şara’nın kocası komşularından birini vurur cezaevine girer, ölenin kanı hala topraktadır, bunun için karşı taraftan kan alınması gerekmektedir ve Şaranın on üç yaşında ki kızı Genzum (Semra Özdamar) kan bedeli olarak karşı ta-rafa verilecektir. Genzum kendisini kimin alacağını sorar düğünsüz, derneksiz, çeyizsiz verilecek Genzum’u ya karşı ailenin oğullarından biri alacaktır ya da satılacaktır. Genzum ertesi sabah nenesinin kara çarşafını giyerek, babasının kanlılarının evine gelin gider. Sınır dışından köyüne dönen kaçakçı Şahan, çalışıp kazandığı paraları altına çevirmiştir.

Çocuklarının özlemiştir. Sınırda mayına basar, bir bacağı kopmuştur, kesesindeki altınları yutmak için ağzına alır, jandarmalar gelip, kurşunlarlar. Ertesi gün Şahanın ölüsü köy meydanına getirilir, köylü çevresine toplanır. fakat kimse tanımamaktadır. Ceset tek tek köylüye gösterilip sorulur, karısı tanımadığını söyleyerek evine kapanır, babası da', gece yarısından sonra hala köy meydanındaki cesedin yanına yaklaşarak, altınları almak için ağzını açar. Barutçu Maho, "Buyruk sahibi, kiraladığı adama, birini vurdurur, kiralık katil vurduğu adamı niçin vurduğunu öğrenmek ister cevap alamaz. Cenazede ölenin amcası yeğeni ile bir gün önceki konuşmalarını anımsar, cenazeye kiralık katil de katılır. Camiden sonra mezarlığa gidilir, mezar kazılınca, ölenin amcası Nalçacı Hüseyin, kiralık katilin (Tayyar) yanına gelip, dostça ölenle aynı boyda olduğunu mezarı ölçmek için girip yatmasını ister, Tayyar itirazın faydasızlığını bilip girer Hüseyin’i tabancasını çekip tetiği çektirenin kim olduğunu sorar. Can korkusu ile Tayyar, Barutçu Maho'nun adını verir, Maho da cemaatin arasındadır. “Orhan Ünser, “Kelimelerden Görüntüye” syf,211 ”

ÖDÜL:

14. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde
Hüseyin Peyda, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Vedat Türkali “En İyi Senaryo” Semra Özdamar “En İyi Kadın Oyuncu” “Kara Çarşaflı Gelin” En İyi Film


(Jüri Üyeleri: Osman Aydın, ÖnderAydınlı, Ahmet Gönen, Selim İleri, Onat Kutlar, Özdemir Nutku, Mahmut Tali Öngören, Kamil Suveren, Tunca Yönder, Kamuran Yüce, Oktay Akbal) “Agah Özgüç”


 1978 Karlov Vary (Çekoslavakya) Film Şenliği’nde Sendikalar Birliği “Özel Ödülü

 Dışarıya baktı Şara. Gece, ön akşamdan daha aydınlıktı. Aya, güneş vurduğunda hep böyle olurdu bozkırda gece ve geceler. Ansızın pencerenin az ötesindeki lekeyi gördü. Kocasının öldürdü-ğü adamın kanıydı bu. Karanlığın süpürüldüğü gecede, sanki kanatılmış gibiydi toprak.

"Ah!" dedi Şara, yüreğine. "Ah!"
Cılızdı ama, umutlanacağı güçler, Tanrısı, sırtını dönmüştür dünden beri kendisine. Can almıştı kocası çünkü, canı yaradandan tez. Kocasının günahına ortaklaşan başını, pencerenin demirine dayadı Şara. Gözleri, kanlı toprağa bağlıydı gene. Önce bir gölge gibi dikeldi kan. Sonra, gölgenin içi, can doldu sanki. Kocası belli belirsiz çıkageldi ardından. Eli tabancalı, aklı kindar... Bir şeyler konuştular komşusu adamla, tez ve ateşli. Ateş açtı kocası.


Bozkırın tepesinde, yürüyen lamba gibiydi ay. Gelip geçti damların üzerinden. Yel esti bu sıra. Önce, canı söndürdü. Cansız gölge, yeniden serildi yere. Şara, kırmızılanmış toprakla yalnız başına kalınca, "Ah!" dedi, yeni baştan, "Komşu adamın kanı bu."


Yürek, korkuyla tıkabasa dolunca, pencereyi kapattı Şara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deli gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı. Düştüğünde kızının ayakları ucundaydı. Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına.
"Desene aney," dedi Genzua. "Ben kurbanlık kuzu olmuşam."
Eşiklikte oturuyorlardı. Sabah, nerdeyse köyden tarlalara taşınacaktı. Şara, kızının saçlarında el gezdirdi.
"Kardaşını vursalar, daha mı iyi yavrum?" dedi.
"Ama o küçük," dedi Genzua. "El kadar uşağa silah atılır mıymış?"
"Beklerler kurban olduğum. Obalı, kan alacağını unutmaz."
"Çileli başım," dedi Genzua, on üçe yeni ulaşan sesiyle. "Ben de ufağım. Heder etmen beni. Başka mümkünü yok mu?")]

"Ya da toprak ister ölü evi," dedi Şara. "Baban mapusta olmasa, toprak yere girsin."
Genzua, göz düşürdü, yukarıdan aşağıya. Önü ardı, boşluğa geldi ansızın. Soluk aldı, soluk verdi.
"Canım iğneli beşik olduktan sonra," dedi. "İster alın, ister satın."
Şara, dudak ısırdı. Sevgi yeşertti.
"Anan," dedi. "Soyumuza kalkan olan canına kurban olsun. Di kalk esvabın yenilensin." Genzua büzüldü.
"Kanım bugün mü bağışlanacak?"
"He," dedi Şara. "Ölü evi akıtılmamış kana razı. Ve sabırsız."


Genzua, on üçlük bedenini ayağa kaldırdı. Boy atacaktı daha yıllarca. İliği kemiği dolacak, baba ocağında mutlu ya da mutsuz günler yaşayacaktı. Böyle düşünmüştür az öncesine kadar. Ama, babasının akıttığı kana karşılık, kendi kanı bağışlanınca, bu kadarcık kalacağına, ömür yolunun dar ve karanlık olduğuna akıl yürüttü. Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı da. Şara, kızının elinden tuttu. Hafif beden, ağrıdı şimdi. Bıçağı görünce meliyen, huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua.


"Yarın Sal beni aney," dedi. "Bu akşam, bir yanıma sen, öbür yanıma kardaşım yatsın."
"Gözünün yağına kurban." Dedi Şara, umutsuz bir sesle. "Ölüevi kanını soğutmak istemez. Hemin de bokla-rını balta kesmez böylesi günde. Bugün isterler seni. Dedikleri olmalı."
Odaya girdiler. Yüklükten yorganları, döşekleri indirdi Şara. Açmak istediği, Genzua'nın ceviz sandığıydı. Yeşildi rengi. Kenarları çember kaplı...
"Soyun," dedi Şara.

Genzua, kapağı açılmış sandığa baktı. Nenesinden kalma, anasından armağan, iğne oynatmıya başlıyalı beri; kendi eliyle işlediği tek-tük çeyizlerine gönül tazeledi.
"Ya bunlar?" diye sordu Genzua. Halep ibrişimiyle işlenmiş yastık örtüsünü gösterirken.
"Hepsi burda kalacak," dedi Şara. "Düğün olmayacaktı ya!"
Genzua, anasının bacaklarına sarıldı. Ağlamak baldan tatlı geldi.
"Kime varacağım aney?" dedi sonunda. "Düğünsüz, derneksiz."

Şara, bir tutamı kınalanmış kızının saçlarına yüzünü gömdü. Ona da ağlamak, gülmekten hoş geldi.
"Ne bilem Genzuam," dedi. "Ya oğullarından biri alır seni, ya da başkasına satarlar. Elleri dardaymış da."
Güneş tepeye çıktıkça gölgeler ufalıyor, serin yerler azalıyordu. Evlerde kalanlar, çoğunlukla elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı.
Şara, sokak kapısını açtı. Kimsecikler yoktu dışarıda. Ölü eviyle karşı karşıyaydılar. Derinden ağıt sesleri geliyordu. Yaşlı bir kadın ağlarken, güzel sözlerin tümünü öldürülmüş oğluna adıyan...

Genzua, anasının ardına sinmişti. Az sonra gidecekti, duvarlarına bile ağıt sinmiş bu eve.
"Korkma," dedi Şara. "Allah büyüktür. Biz usulde kusur etmiyelim de..."
"He," dedi Genzua. "Şimdi daha iyi anlamışam, ölüevine, ak gelinlik yerine kara çarşafla gitmenin şart olduğunu. Viş..."
Sustu Genzua. Aklına kardeşi gelmişti ansızın. Ana-kız açık kapının ağzında durdular uzun bir süre.
"Ya kardaşım," dedi Genzua sonunda. "Onu nasıl görmeli? Bugün davara gitmeseydi ya."
"Kısmette varsa, günün birinde görürsün," dedi Şara.
Umut, dağdan büyük geldi Genzua'ya.
"He," dedi. "Kardaşımın gözlerinden öperim. Babama da haber sal, kızın ellerinden öper gitti de..."
Ana-kız daha birbirlerini hiç görmeyecekmiş gibi sarıldılar. İki beden birden düştü.
Çözüldüklerinde, Şara eğilip bir taş aldı yerden. Ölü evinin kapısına doğru nişanladı taşı. Ama atmadı, atamadı. Döndü kızına.


"Bak yavrum," dedi "Seni ırak bir yere satarlarsa, dama çıkasan. Taş at penceremize. Yüzünü, gitmeden görmek ister canım."
"He," dedi Genzua, anasına acımış bir sesle. "Söz olsun görünmeden gitmem, ıraklara."
İnceden bir yel esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu. Ölüevindeki ağıt da gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı.


Şara, kaldırdığı taşı, ölü evinin kapısına attı bu sıra. Açılmadı ama. Şara birkaç kez daha taşladı kapıyı. Ölü evinde ağıt durdu sonra. Kapı yavaşça açıldı. Görünürde kimse yoktu. Sanki büyülü bir açılıştı bu. Genzua kıpırdandı. On üçlük bedenini, yaşlandıkça küçülen ama bebeleşmeden ölen nenesinin çarşafı örtüyor-du. Baba ocağına, daha pek çok adım hakkını bağışlayarak, ölü evine doğru yürümeye başladı.
[kyn: oykuleroykuculer.blogcu.com 


 Süreyya Duru'nun 14. Antalya Film Şenliği'nde En İyi Film ödülünü aldığı filmi "Kara çarşaflı Gelin" (1975), iki önemli edebiyatçımızın ortak çalışmasının ürünü olan güçlü bir eser. Vedat Türkali'nin senaryosu, Bekir Yıldız'ın üç farklı hikayesini bir araya getirirken, güçlü diyalogları ve itinayla kurulmuş karmaşık öykü yapısıyla filme sağlam bir temel oluşturuyor. "Kara çarşaflı Gelin"in neredeyse destansı sayılabilecek hikayesi, filmin kurduğu dünyanın temel çatışma noktalarının, beslendiği ahlaki ve toplumsal düzenin ve bu düzenin çepeçevre sardığı insanların iç dünyasının nüvesi sayılabilecek Çarpıcı bir prologla başlar. pusuya düşürerek öldürdüğü adam için köyün ağasından parasını alan köylü çekinerek şu soruyu sorar: "Ben o adamı niye öldürdüm, ağam?" Cevap olarak susması, fazla konuşmaması, merak etmemesi konusunda telkin eder ağa onu. Ağanın sözü kanundur. Tıpkı törenin kanun olması gibi. Katilin çocuk yaştaki kızı, bedel olarak ölü evine gidecektir.

Artık canı ölü evine aittir. Anası ve erkek kardeşi uzaktan kara çarşaflı Gülşan'ın kapıdan içeri girişini içleri parçalanarak derler. Proloğun ardından filmin yazıları akarken seyirci de en keskin haliyle bu dünyanın kurallarıyla tanışmış olur; güçlülerle güçsüzlerin birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı, sınırların ihlal edilemediği, kaderin töreyle yazıldığı bir dünya ve çaresizlik.

Süreyya Duru, arka planın verdiği hikayeyi yıllar sonrasına taşıyarak, çatışmanın ve çaresizliğin hüküm sürdüğü farklı düzlemleri ve düzene meydan okuma ihtimalini film boyunca eksilmeyen bir özenle inceler. Gündelik hayatın her alanında iç içe geçen iktidar mekanizmaları birer birer görünür olur. Kocasını vuran adamın çocuk yaşta evine gelen kızı Gülşan'ı hor gören Zara Ana için kini haklı olduğu kadar hakkıdır; Gülşan'ın alınıp satılır bir mülk, evde durduğu sürece aileye bir yük olarak görür. Köylünün mutlak itaatini bekleyen ağa için köyde yaptırdığı kuyu bir lütuftur; kafası kızdığında kuyuyu yıkıp köylünün suya ulaşma yolunu güçleştirmeyi hakkı sayar. Mülkiyet, iktidarın birincil koşuludur. Mülk sahibi olanın olmayanı ezmeyi hak gördüğü bir düzende Zara'nın büyük oğlu Müslüm, iktidarın el değiştirebilme ihtimalini aklına getirebilen tek kişi olur. Müslüm'ün evde ve köyde attığı adımlar zamanla başkalarım da cesaretlendirmeye, ikna etmeye başlayacaktır. Müslüm, anasına karşı Gülşan'ı kollar; Gülşan'ın ağanın yanında çalışan kardeşi Haydar'la gizlice buluşmasına göz yumar. Zara'nın vatan hizmetinden döner dönmez evlendirmek istediği küçük oğlu Vakkas'ın Gülşan'a gönlünü kaptırmasına kötü gözle bakmaz; Gülşan'ın kanlıları olmadığını, babasının babasını vurmasında başka birilerinin payı olduğunu savunur. Müslüm'ün aile içindeki hakkaniyet arayışı, toprak konusunda da kendini gösterir. Ağalık iktidarını tehdit eden ve köylüye toprak hakkı vadeden reformdan yanadır.

"Kara çarşaflı Gelin", cumhuriyetin başlıca meselelerinden toprak reformunun, 1970'lerde en yoğun biçimiyle gündeme geldiği Ecevit döneminde bile, nasıl bir çıkar çatışmasına kurban gittiğini ortaya koyar. Müslüm'ün liderliğiyle köylü sesini yükseltmesine rağmen, küçük ağa, büyük ağa ve büyük ağanın nüfuzuna karşı koyamayan bürokratlar reform vaadinin boşa çıkmasına sebep olurlar. Müslüm'ün çabaları Zara anayı da ikna ederek Vakkas'la Gülşan'ın düğününe kadar uzanan bir dizi değişikliğin önünü açsa da, bedeli ağır olur.
 
 Film üç öyküden oluşuyor. Öykülerin üçü de yarı feodal ilişkilerin egemenliğini sürdür-düğü Doğu Anadolu'da geçiyor. Egemen sınıfın sömürüye dayalı acımasız baskısı, gelenek ve göreneklerin çağdışı bir yaşama dayalı olarak sürdürülmesi beraberinde trajediyle sonuçlanan bir dizi olaya zemin hazırlıyor.

Öykülerin birinde babasının işlediği bir cinayet yüzünden kan bedeli olarak öldürülen kişinin ailesine veri-len çocuk denecek yaştaki bir kızın dramı anlatılıyor.

Bir diğerinde doğu insanının sınır boyundaki kaçakçılığına değiniliyor. Yaşam ile ölüm arasındaki sınırda geçen bu öyküde yaşamını yitien genç adamın ölürken dişlerinin arasına sakladığı ve bu işin bedeli olan altını daha sonra kız kardeşinin gizlice çıkarması anlatılıyor.
Bir diğer öyküde ise ağanın kiralık katilleri ile çaresiz, yoksul ama dürüst insanların çatışmasından söz ediliyor.


Üç öykülü bir film. Süreyya Duru Vedat Türkali'nin acıyı ve çaresizliği bir oya gibi işlediği senaryodan yola çıkarak farklı kişiliklerin feodal ilişkilerden kaynaklanan gelenek göreneklere tutsak düşmelerinin şiirini yazıyor. Kara Çarşaflı Gelin, Doğu Anadolu gerçeğini çarpıcı, çarpıcı olduğu denli de gerçekçi bir açıdan anlatan Türk sinemasının başyapıtlarından biri. Türk sinemasının bilinen klişe normlarının çok ötesinde olgun ve kusursuz sinema dilinin yanında toprağa dayalı bir sömürünün ana nedenlerini de olaylara fon yapan, yaşanmış yaşanan ve belki bundan sonra da uzun süre yaşanacak sorunları dile getiriyor. Onun içindir ki bu film sansür engeline tam üç kez takılmış sonunda ancak Danıştay kararıyla seyircisinin karşısına çıkabilmiştir. (Burçak Evren) "www.europeanfilmfestival.com”


BEDRANA (1974)

Bekir Yıldız'ın 1971 yılında yazdığı SAHİPSİZLER isimli yapıtında yer alan hikayeler, Yeşilçam sinemasına gerçekten hayat vermiştir. Burada yer alan “Bedrana" ile BEYAZ TÜRKÜ kitabında yer alan “Hamuş” öyküleri; İhsan Yüce ve Vedat Türkali tarafından senaryolaştırılarak  BEDRANA adı ile 1974’de Süreyya Duru tarafından sinemaya uyarlanır. Murat film şirketi adına yapımcısı gene Süreyya Duru’dur.

Asıl adı Abdülkadir Pirhasan olan Vedat Türkali, Türk sinemasında çok iyi tanınan bir yazar bir araştırmacı, bir hikayeci ve aynı zamanda çok iyi bir senaryocudur. 1 Mayıs 2004’den - 1 Mayıs 2005’e kadar ki bir yıl, aydınların, sanatçıların, kültür sanat kurumlarının ve insan hakları savunucularının katılımı ile "Vedat Türkali Yılı" ilan edilmiştir. Çok çeşitli etkinliklerle geçen bu bir yıl, ilk kez yaşayan bir aydına armağan edilmiştir, Türkali cephesinden kısaca durum böyleyken diğer senaryo yazarı, oyuncu ve yönetmen İhsan Yüce 1930-1990 yılları arası yaşamış 6 filmde yönetmenlik yapmış, 55 filmin senaryosunu yazmış, 130 filmde oyunculuk yapmış başarılı bir tiyatro ve sinema oyuncusudur.

Filmin görüntü yönetmeni Ali Uğur, 1929-1998 yıllarında yaşamış bir usta. Az sayıda yönetmenlik (1), senaryo yazarlığı (2) ve yapımcılık (5) gibi uğraşlarının yanında asıl uğraşı olan kameramanlıkta 141 filmi görün-tülemiş başarılı bir ustadır. 1972 Adana 4. Altın Koza Film şenliğinde (Kara Doğan) ve 1964’de 1. Antalya Film Şenliği’nde (Acı Hayat), (Zalimler) “en iyi görüntü yönetmeni” ödülü ile ödüllendirilmiştir.

Filmin jeneriğinden alınan bilgilere göre Prodüktör Amiri: Reşit Çıldam, Asistanı: Selahattin Bozkurt, Set Ekibi: Sonay Kanat, Asistanları: Şeref Yılmaz, Kemal Sönmez, Nurettin Akgül, Reji Asistanı: Erkasn Işıklar, Kamera Asistanı: Mehmet Bozdağ, Müzik: Mevlut Canaydın, Davul: Sedat Ertaş, Türküler: İsmi Güzelateş, Laboratuvar Şefi: Recai Karataş, Montaj Şefi: Özdemir Arıtan, Sesleri Alan, Tuncer Aydınoğlu, Bican Avşar, kamera arkası göreb yapan emekçiler. Film Acar Film Renkli laboratuarlarında hazırlanmış ve seslendirilmiş.

Başarılı bir senaryoyu başarılı bir filme dönüştüren etkenlerden biri de kuşkusuz oyuncuların performanslarıdır. Bu filmde kabiliyetleriyle filmi ölümsüz kılan oyuncular ise; Perihan Savaş (Bedrana), Aytaç Arman (Davud), İhsan Yüce, Tuncer Necmioğlu, Talat Gözbak (1918-1986), Sırrı Elitaş (Ali), Esin karakaya, Sabahat Işık, Reşit Çıldam, Fahri Aktürk, Zülfikar Ervani, Nurcan Lüleci, Emel Işık, Çetin Cansoy,

Konu: Tecavüze uğradığı nedenle ailesi tarafından öldürülmesine karar verilen Bedrana kocası ile tecavüz olayını duyurmak için kasabaya gönderilen haberci beklerken kocası Naif tarafından kayınpederi ve kayın biraderlerinin arzusunu yerine getirmek için karısı Bedrana'nın yalandan intihar etmesini ister, yalandan kendini asacaktır. Naif bunu, kendi öldürmek zorunda olduğu karısını öldürürse. kendinin bir türlü anlamadığı bir şekilde, kasabada ki 'yeşil yakalı ağanın' ceza vereceğinden korkmaktadır. Bunun için karısını yalandan intihara zorlar, iş gerçeğe dönüşünce, görmemek için gaz lambasını söndürür.157 Hamuş ise, "Hamuş babası Şahap ile kasabaya hastaneye gitmektedirler. Hamuşun anası tecavüze uğramış, bu sırada direnmiş bıçaklanmış bu nedenle hastane de yatmaktadır; ama bu olay nedeni ile lekelenmiştir, ölmesi gerekir, Şahap karısını öldürmeye gitmektedir, bunu oğluna söyler. kasabaya varınca Şahap oğluna üç bina gösterir -hastane / hükümet / mahpushane- bunları unutmamasını söyler. İkisi de kadının -karısnın/anasının- aldığı yaralar nedeni ile ölmüş olmasını dilerler. ( Orhan Ünser, “Kelimelerden Görüntüye)

Senaryo/Yönetmen/Görüntü/oyuncu dörtgeni içinde yer alan bu film başarısını aldığı ödüllerle de kanıtlamıştır.

 1974 yılında Karlovy Film şenliğinde (Çekoslavakya) “Cidale” ödülünü aldı.
 11. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Bedrana en başarılı ikinci film ödülüne değer bulundu.
 Perihan Savaş aynı festivalde “en iyi kadın oyuncu” ödülünü aldı.
1975 yılında 4. Yarımca Sanat Şenliği’nde “Bedrana en başarılı ikinci film” seçildi.

Filmin aldığı bu ödüller yanında , sinema yazarımız Atilla Dorsay’ın film hakkındaki övgüye değer görüşüne de yer verelim isterseniz.

 Bekir Yıldız'ın birçok öyküsünde olduğu gibi, görülüyor ki "Bedrana"da da, koca bir tragedyaya, malzeme oluşturacak yoğun bir dram gücü gizlidir. Temelde insanı insana bağımlı kılan ekonomik düzen yat-makta, ağalık insanları ağanın oyuncağı haline getiren, yaşadışına iten düzen sürüp gitmektedir. Bu, üst-yapıda, çağdışı kalmış bır ahlak anlayışına, geri bir inançlar /gelenekler bütününe yansımaktadır. Daha ileri bir düzene (feodal düzenden kapitalist aşamaya) geçmiş olan toplumun diğer kesimlerinin koyduğu yasalar, feodal düzeni sürdüren kesimlerin yaşam pratiğine uymamaktadır. Temel eleştiri, farklı ekonomik aşamalarda bulunan farklı kesimlere aynı üst sayısal değerlere dayanan aynı yasaların uygulanması etrafında dönmektedir. Bu, elbette ki yasaların buna göre değiştirilmesi yönünde değil (bu tür bir eleştiri yöneltilmiştir filme), Doğu'da izlerini silip atamadığımız feodal düzen kalıntılarının sosyo-ekonomik bir kalkınmayla değişime uğratılması yönündedir. Bu temel sorunun yanı sıra, diğer bir dramatik gelişim, filmde öyküde olduğundan daha güçlü biçimde yansıyan, Davut'la Bedrana arasındaki kişisel ilişkidir. Bizce an-laşıldığı anlamda bir "aşk" değildir bu... Olamaz da... Çünkü aşkı da ekonomik koşullar ve onun üstyapısal yansıması olan ahlak belirler. Davut'un Bedrana'yı öldürememesi, çevrenin isteğine karşı çıkması, onu sevmesinden, ona kıyamamasından çok, bu tür bir cinayetin nasıl bir cezayla sonuçlanacağını çok iyi bilmesindendir. Bedrana ölmelidir, ama bu kendisinin elinden olmamalıdır...

Vedat Türkali'nin Bekir Yıldız'ı ayrıntılar, ruhbilimsel incelikler katarak Zenginleştirdiği senaryosu kadar, Süreyya Duru'nun sineması da, Bedran’yı önemli bir film yapmada etkili olmuştur. Duru, olgun bir sinema diline erişmiştir, öykünün en önemli yanlarını vurgulamada. başarı kazanmıştır. Özellikle Davut ile Bedrana arasında geçen son bölümün taşıdığı büyük dramatik gücü olduğu gibi vermeyi bilmiş, iki insan arasında alışılmadık boyutlara erişen ilişkiyi ustalıkla sinemalaştırmıştır. Filmin son sahnesinin çok güdük, hiçbir anlam taşımayan tek ve çok kısa bir plan haline indirgenmiş olmasını bir ku-sur sayıyorum. Burada Davut'un belki Bedrana'ya, belki onu taşıyan ipe, belki de her şeyin kaynağı olduğunu  belli belirsiz sezdiği düzene karşı ateş edişini bir fotoğrafla değil, kanlı canlı bir sinemasal bölümle vermek, sanırım çok daha etkili olurdu. Ali Uğur'un kamera çalışması kadar, Perihan Savaş ve Aytaç Arman'ın arı oyunları da ilgiye değer... "Bedrana", Süreyya Duru'nun bir aşamasını, Bekir Yıldız'ın sine­mamıza kazandırılmasını haberleyen,  sinemamızın yüz akı bir filmdir... 


12 Temmuz 2012 Perşembe

BABA (1971)


Yeşilçam Sinemasına hayat veren romanlar serisi yönetmeni Yılmaz GÜNEY; 1959‟da “Ölmeyen Aşk” filmindeki kamera asistanlığıyla sinema sanatına başlangıç yapan ve ertesi sene “Ve Allah Aptalları Yarattı” filmiyle görüntü yönetmenliğine başlamış ve 1990 yılına kadar 101 filme imzasını atmış olan Gani Turanlı‟dır. Türk sinemasında görüntü sihirbazı olarak anılan Turanlı kadar yüce bir isim Metin Bükey (1933-1997) filmin müziklerini yapmış Yeşilçam filmlerinde ünlenmiş bir müzik adamı. 1958 yılında başladığı film müzikleri 1980 yılına kadar sürmüş ve toplam bu süre içinde 148 filmin müziklerini hazırlamıştır. Her filmde ol-duğu gibi bu filminde bir yapımcısı var, filmin parasal yönünü halleden ve sinemalardan gelecek hasılatı kasasına koyan kişi. Akün film sahibi İrfan Ünal, Filmin ilk gösterimi Aralık 1971.

Filmin teknik kadrosuna bu kadarıyla değindikten sonra oyuncu kadrosuna biraz daha geniş yer verelim :
Yılmaz Güney (Cemal), Müşerref Tezcan, Kuzey Vargın (Koray), Yıldırım Önal (Refik) “1931-1982”, Ender Sonku, Nedret Güvenç, Tuncer Necmioğlu (1936-„006), Aytaç Arman (Ali), Nimet Tezel, Feridun Çölgeçen (Mahkum) “1911-1978”, Mehmet Büyükgüngör, Güven Şengül, Yeşim Tan (Yeşim), Muammer Gözalan (1905-1981), Faik Coşkun (1914-1978), Osman Han (1939-2005), Ali Seyhan, Mehmet Yağmur, Mustafa Yavuz, Ahmet Karaca, Cemal Tezer, Oktay Demiriş, Salih Demiriş, Ahmet Turgutlu, Reşit Çıldam, Hikmet Taşdemir, Süheyl Eğriboz, Nimet Tezel,
Sinema tarihçimiz Agah Özgüç‟ün anlatımıyla filmin konusu şöyle:

Yeni zenginlerin oluşturduğu eski bir yalının müştemilatında yaşlı anası, karısı ve üç çocuğuyla birlikte hayatını sürdüren Cemal‟in (Yılmaz Güney) ekmek teknesi, motorlu kayığıdır. Cemal, yalının sahibi Refik Kemal Bey'in (Yıldırım Önal) oğlu Koray'ın (Kuzey Vargın) emrindedir. Annesi ve babasıyla Boğaz'ın bir başka kıyı-sındaki evlerinde yaşayan Koray, her pavyon dönüşü sevgilisiyle (Yeşim Tan) gelip, bu boş villada kalmaktadır. Onları Cemal gece yarıları karşı kıyıdan alıp villaya getirmektedir. Bu iş Cemal‟in yüzünü kızartmaktadır. Koray'ı sevgilileriyle villaya taşıması artık ağırına gitmektedir.

Biri kundakta, diğer ikisi okula giden çocuklarının yarınını düşünen Cemal'in tüm umudu Almanya 'dadır. Sürekli olarak Almanya'yı düşler. Eğer Almanya'ya işçi olarak gitmeyi başarabilirse, oğlu Ali'ye (Oktay Demiriş) mandolin, kızı Saliha'ya (Semiha Demiriş) bir konuşan bebek getirecektir. Cemal bu düşlerle o sabah işten çıkar. Sağlam raporu almak için İş ve İşçi Bulma Kurumu'nun muayene odasında Alman doktorun karşısındadır. Artık el kapısından kurtulacaktır. Ancak işler umduğu gibi gitmez. Alman doktorun ağız muayene-sinden sonra hemşire, "Siz gidemeyeceksiniz, dişleriniz eksik..." deyince Cemal‟in tüm hayalleri yıkılmıştır.  Çok üzgündür. Çünkü söz verdiği mandolini, konuşan bebeği ve bisikleti çocuklarına getiremeyecektir. Cemal, kaderine lanet eder. Dişlerinin derdine düşen Cemal, bir gün yalı sahibi Refik Kemal tarafından Emirgan'daki köşke çağrılır. "Hayırdır," deyip gider Cemal. Tüm aile köşkte toplanmıştır. Refik Kemal, Cemal'e durumu üzülerek açıklar. Oğlu Koray dün gece pavyonda kaza sonucu bir adam öldürmüştür. Refik Kemal teklifini söyler: Suçu Cemal üstüne alırsa, onun, ailesinin, çocuklarının bütün ihtiyaçları karşılanacaktır. Hapishanede aslanlar gibi bakılacaktır kendisine. Cezası bittiğinde de ayrıca para verecektir. Bu durumda Almanya ile hapishane arasında fark yoktur...

Cemal ikinci kez yıkılır. Şaşkın ve üzgündür. Sonra bir an çocuklarını düşünür. Ve: "En kısa zamanda bir mandolin, bir bisiklet, bir bebek, çanta ve çocuklarıma giyecek gönderin," deyip Koray'ın cinayetini üstlenir. Cemal ertesi sabah gerçeği yalnızca karısına (Müşerref Tezcan) açıklar. Anası ve çocukları işin aslını asla bilmeyecekler ve onun Almanya'ya gittiğini sanacaklardır. Bavulunu hazırlayıp çocuklarına ve anasına veda eden Cemal, 24 yıl ağır hapse mahkum olmuştur.

Artık demir parmaklıklar arkasındaki yeni hayatına başlamıştır. Koray babasının talimatıyla mandolin, bebek ve bisikletle birlikte aldıkları diğer eşyaları yalıya getirip Cemal‟in çocuklarına teslim eder. Önceleri her şey düzgün gitmektedir. Hapishanede Cemal‟i ziyaret eden karısı herhangi bir sorunları olmadığını söyler. Paraları vardır, her gün tencereleri kaynamaktadır. Çocuklar mutludurlar, bebek de büyümektedir. Tek üzüntüleri babalarının başlarında olmayışıdır. Sinirleri bozuk olan Koray ise artık her gün yalıda kalmaya başlamıştır. Zamanla Cemal‟in karısı ziyaretlerini keser. Cemal çocuklarını göremez, dizlerinden şikayet eden yaşlı anasından da bir haber alamaz olmuştur. 24 yıl hapse mahkum Cemal kuşkular içindedir.

Cemal‟in bu durumu koğuş arkadaşlarından Sabri (Tuncer Necmioğlu) ile Arap Mithat‟ı (Güven Şengil) etkiler. Kısa süre sonra cezasını tamamlayıp dışarı çıkan Arap Mithat, Cemal‟e yardımcı olmak için ailesinin kaldığı yalıya gider. Cemal‟in başına gelenler içler acısıdır. Yalı satılmış, Refik Kemal ölmüş, Koray'ın tecavüz ettiği karısı üç ay önce ortadan kaybolmuş, ihtiyar anası çocuklara bakamayınca onları evlatlık vermiş... Bütün bunları tek tek Cemal‟e anlatmak zordur. Ama Sabri yüreğine taş basarak anlatır.

Yıllar sonra af kanunu çıkar. Ancak Cemal, genel aftan tümüyle yararlanamamaktadır. Yattığı yıllar hesaplanır, tahliyesi için 4 yıl 7 ayı daha vardır. Ve zaman geçer, tahliye zamanı gelir. Dışarı çıkan Cemal'i arkadaşları Sabri, Arap Mithat ve Mehmet Ağa (Mehmet Büyükgüngör) yalnız bırakmazlar. Onu hapislik günlerinden bu yana 'baba' adıyla çağırmaktadırlar. Önce Cemal‟in yıllar önce kaybolan çocukları aranır. Oğlu Ali'yi (Aytaç Arman) bir kumarhanede bulurlar. Ali, büyü-yünce gayrı meşru işler çeviren bir bitirim olmuştur. Baba-oğul kumarhanede karşı karşıya gelirler. Ama Ali, Almanya'da öldüğünü sandığı babasını tanıyamaz.

Koray'ın, Cemal‟in tahliyesinden sonra huzuru kaçmıştır. Ali'yi çağırıp başının dertte olduğunu söyler. Ali (Aytaç Arman), Koray'ın yanında çalıştırdığı adamlarından biridir, aynı zamanda. Ona gizli bir görev verir. Cemal, ailesini felakete sürükleyen Koray'ı can dostlarıyla ararken, bu kez kızı Saliha'yı (Ender Doruk) bir randevu evinde bulur. Arkadaşları onu birlikte kalması için üst kattaki bir kızın odasına çıkarırlar. Genç kız soyunurken, Cemal, boynunun altındaki beni görür. Kızını tanımıştır. Saliha arkasını dönüp baktığında kimseyi göremez. Giyinip aşağıya indiğinde aralarında bir dostluk ilişkisi başlar. Birbirlerinin geçmişini sorgularlar. Kız, "Allah babamın gözünü kör etsin, beni mahveden o değil mi, başımıza gelen bütün felaketlerin sebebi o..." der. Ağlamamak için kendini zor tutan Cemal, "İstersen ben senin baban olayım," deyip kızını bu evden çıkarır.

Bu arada Cemal‟in arkadaşları Koray'ı bulmuşlardır. Cemal bir silah ister. Ancak Arap Mithat ve Mehmet Ağa, Cemal‟in elini kana bulamasına karşıdırlar. Koray, Ali'yle birlikte eve gelir. Ali aşağıda, arabada kalırken, Koray içeri girmiştir. Karşısında birden Cemal‟i görür Koray. Koray pişman, Cemal‟se yılların kiniyle doludur. Yalvarır Koray, ama Cemal duymaz bile, tetiği çeker. Silah sesiyle yuka-rı fırlayan Ali, Cemal‟i arkasından vurur. Ali son anda Cemal'i gülü-şünden tanır. Ve çığlık çığlığa bağırır Ali: "Babaaaa... Babaaa...!

En başarılı film', Yılmaz Güney de 'en başarılı erkek oyuncu' seçildi (jüri üyeleri: Şevket Rado, Kadri Kayabal, Orhan Özkırım, Muazzez Tahsin Berkant, Refik Sönmezsoy, Edip Hakkı Köseoğlu, Yalçın Remzi Yüreğir, Muzaffer Tema, Mücahit Beşer, Sabahattin Filmer, Adnan Sümer.)

Sonuçlar Cumhuriyet gazetesinde (29 Eylül 1972) açıklandı. Sonuçların gazetelerde ve radyolarda açıklanma-sından sonra jüri başkanı Şevket Rado, Kadri Kayabal, Orhan Özkırım ve Muzaffer Tema'nın itirazı üzerine Adana Belediye Başkanı Erdoğan Özlüşen'in çağrısıyla hava alanından geri çevrilen jüri üyeleri yeniden toplandılar. Bu kez Baba filminin ve Yılmaz Güney'in ödülleri Kara Doğan (Yılmaz Duru) filmine ve Yaralı Kurt adlı filmde oynayan Cüneyt Arkın'a verildi. Cüneyt Arkın ödülü reddetti. Olay basında çeşitli tepkilere yol açtı.. CHP Uşak milletvekili Adil Turan olayı bir soru önergesiyle Meclis gündemine getirdi. Olay Adana Altın Koza Film Festivali tarihine bir skandal, bir leke olarak geç



10 Temmuz 2012 Salı

Bekir YILDIZ


(3 Mart 1933—8 Ağustos 1998)

Şanlıurfa‟da doğan Bekir Yıldız‟ın, çocukluğu Kastamonu, Gaziantep ve Adana'da geçti. İlkokuldan sonra Mersin'de başladığı Sanat Enstitüsü öğrenimini İstanbul'da tamamladı (1951) ve ardından İstanbul Matbaacılık Okulu'nun dizgi bölümünü bitirdi (1955). Dizgi operatörlüğü yaptı. İşçi olarak Almanya'ya gitti; fabrikalarda meydancı, monitör ve matbaalarda mürettip, operatör olarak çalıştı (1962-66). İstanbul'a döndüğünde Almanya'dan getirdiği baskı makinesi ile Asya Matbaası'nı kurdu. Bilahare bu matbaayı da kapatarak sadece yazarlıkla uğraşan Bekir Yıldız, 8 Ağustos 1998'de İstanbul'da öldü. Sanat hayatına, 1951'de Tomurcuk dergisinde yayımlanan bir öyküsüyle başlayan Bekir Yıldız, Kaçakçı Şahan'la 1971 Sait Faik Armağanı'nı kazandı.

Tüm Eserleri
Beyaz Türkü 1973, Demir Bebek 1977, Alman Ekmeği 1974, Harran (1972), Evlilik Şirketi, Kara Vagon 1968, Kör Güvercin, Mahşerin İnsanları, Ölümsüz Kavak, Reşo Ağa, Şahinler Vadisi, Kaçakçı Şahan, Ve Zalim ve İnanmış ve Kerbela, Yargılayan Zaman, İçinden Konuşmalar, Bozkır Gelini, Aile Savaşları, Sahipsizler 1971, Halkalı Köle (1980), Darbe, Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975), Siyaset, Kerbela, Arılar Ordusu, Beyaz Türkü (1973), Demir Bebek (1977), Evlilik Şirketi 1972, Harran, Kara Vagon, Kör Güvercin, Mahşerin İnsanları 1982, Ölümsüz Kavak, Reşo Ağa 1968, Şahinler Vadisi, Kaçakçı Şahan 1970, Ve Zalim Ve İnanmış Ve Kerbela, Yargılayan Zaman İçinden Konuşmalar, Yaman Göç, Bozkır Gelini, Seçilmiş Öyküler 1989, İnsan Posası 1976, Çark

BEKİR YILDIZ'I OKURKEN
“Güneydoğulu olmam, oraları yazmak için yeterli bir sebep olmasa gerek. Berlin'i tanımasaydım, Harran‟ı yazamazdım belki de. Hem bölgeler, ülkeler arasındaki ayrımı görmek, bilmek, değerlendirmek de yetmez hu işe. Önemli bir gerçek daha var günümüz sanatçısı için: Yeşermemiş umutların, yaşanmamış sevgilerin, verilmemiş hakları alacaklıları yanında olmak. Hele hele haksızlığın 'mürur zamana' uğratılamayacağına inandığımız bir çağda yaşıyorsak.”


Öykülerinin içeriğine ilişkin bir soruya bu sözlerle karşılık veriyor Bekir Yıldız.

Gerçekten de Türkiye‟nin Güneydoğusundan Almanya'ya uzanan bir yaşamın ürünleridir onun öyküleri. Çok iyi tanıdığı iki ayrı dünyanın, acımasızlıkta, insanı insanlıktan çıkarmada birleşen iki ayrı değer sisteminin sözcüklerin dünyasına yansımasıdır. Öykülerinin tanığı yaşamıdır, Bekir Yıldız'ın ta kendisidir. Ama yansız, gördüklerini olduğu gibi kendinden hiçbir şey katmadan anlatan bir tanık değildir o. İnsandan, onun insanca yaşanmasından yana olan, insanın ezilmesine, sömürülmesine karşı çıkan bir tanıktır.

Yaşam öyküsüne bakıldığında Bekir Yıldız‟ın kendi kendisini var ettiği görülür. Yoksulluk içinde geçen, oradan oraya savrulan bir çocukluk, değişik sanat okullarında sürdürülerek tamamlanmak istenen bir meslek Öğrenimi ve çalışmak zorunda kalış... Elbette fabrikalarda, atölyelerde işçi olarak... Sonra ilk gençlik aşkı, ilk öyküler...

Ama işçilik de, öykücülük de karın doyurmaz.. Eldeki diplomaysa yetersizdir. Son bir atılımla Matbaacılık Okulu'nu bitirir Bekir Yıldız, dizgi operatörü olur. Yine çarkın içindedir. Ufalanmamak için çırpınır. Ama çark onun gibileri, emeğini satarak yaşamaya çalışanları öğütecek biçimde ayarlanmıştır. O yıllarda açılan yeni bir ekmek kapısına atar kendini, işçi olarak Almanya'ya gider. Daha ince ayarlanmış bir çarkın kurbanları arasına katılır böylece.


Bu sürecin sonunda, ilk öyküsünün yayımlanışından on beş yıl sonra, yurda dönüşünde Almanya gözlemlerini romanlaştırdığı Türkler Almanya'da (1966) adlı kitabıyla tanırız Bekir Yıldız'ı. Aslında tanımak da denmez buna. Almanya konusunu ele alan ilk kitap olmasına karşın ilgi görmez romanı. Ardından Güneydoğu öyküleri sökün eder' ve bir bomba gibi düşer Babıâli‟nin göbeğine.



Bekir Yıldız'ın öykü kitaplarının ilk kez yayımlandığı ve ardı ardına yeni baskılarının yapıldığı o yılları düşündüğümde, gördüğü ilginin salt bilinmeyen bir yöreyi anlatmasından kaynaklandığını sanmıyorum. Genel bir  derlendirmeyle Bekir Yıldız, bilinmeyen bir yöreyi, bu yörenin insanlarını, toplumsal ilişkilerini,' törelerini, acı ve sarsıcı olayları yalın, akıcı bir dil kullanarak gerçekçi bir anlatımla sergiliyordu.


İlk kez edebiyata konu olsa da bilinmeyen şeyler değildi anlattıkları. Ama yaklaşımı, anlatım biçimi farklıydı.


Nitekim öykülerinin gördüğü ilgi, başkalarının benzer öyküler yazmasına yol açtı. Tıpkı Ahmed Arif'in şiirlerinin çoğaltılması gibi, Bekir Yıldız'ın öyküleri de çoğaltıldı. Ama bu benzerler silinip gitti, Yeni, salt yeni olmanın ötesinde öz ve biçim olarak edebiyata bir şey eklemiyorsa kalıcı olamaz. Edebiyatın konusu, önünde sonunda insandır çünkü. Önemli olan da insanı ele alış, onun dünyasını anlatış biçimidir.


Bekir Yıldız, Türk aydınına bilmediği bir dünyanın kapılarını açtı, onları yabancısı oldukları insanların dünyasıyla tanıştırdı. Ama bunu, toplumcu edebiyatın kimi örneklerinde görüldüğü gibi bir söylevci, çözümler öneren bir kurtarıcı edasıyla yapmadı. Gerçeği, gerçekteki boyutlarıyla, anlattığı olayı yaşayan insanı ise onun dünyasının içinden yansıttı. Hep yenik düşen umarsız insanlardı bunlar. Ağaya, töreye, toplumsal ya da doğal koşullara boyun eğen insanlar. Ama gerçek buydu ve bu gerçek ancak üstüne gidilerek, insanı ezen, insanı insanlıktan çıkaran bir düzenin ürünü olduğu gösterilerek değiştirilebilirdi. (Kyn: Atilla ÖZKIRIMLI

9 Temmuz 2012 Pazartesi

ALLAH KERİM 1950

Araştırmalarımda Aka Gündüz'ün eserleri arsında “Allah Kerim” isimli bir romana rastlayamadım. Bundan da anlaşılacağı üzere bu isimde romancımızın yazdığı bir eser mevcut değil. Romanlarından birinin veya bir kaçının bir araya getirilip yeni bir senaryo yazılarak filme çekilen film olduğu kanısındayım. Aka Gündüzün romanlarından esinlenerek yazıldığı kesinlik kazanan bu filmin senaryosunu yazan ve filmi çeken yönetmen Semih Evin. Yardımcılığını Atıf Yılmaz, görüntü yönetmenliğini yapan Yuvakim Filmeridis, müzikler Sadettin Kaynaka ait olup, yapımcılığını Erman Film adına Hürrem Erman yapmış.


Oyuncu kadrosuna gelince: Sezer Sezin (Ayşesin), Kenan Artun (Kerim), Orhon Murat Arıburnu (Fettah), Settar Körmükçü (Ayvaz Haçadur), Vedat Örfi Bengü (II. Abdülhamit), İhsan Torun, Dr. Arşavir Alyanak (Dadaruh), Muazzez Arçay (Yelloz Emine), Mahmure Handan (Cici anne), İhsan To-sun, Kemal Çelme, Sadi Şener, Mürüvvet Paslanmaz, Ancelo Borç


Konu: İki sevgiliyi birbirlerinden ayırmaya çalışan bir zaptiye subayının öyküsü. Film II. Meşrutiyet (1908) arifesinde geçen olaylarla anlatılıyordu. İntikam için bulaştırılan çiçek hastalığı nedeniyle kör olma, sonra ameliyat ile gözlerinin görmesi, gibi inandırıcılıktan uzak dramatiklik yoğunlaştırılmış olaylar içeriyordu.


 ** Filmin konusu II. Abdülhamit Döneminin (1876-1909) Son yılında geçiyor. Osmanlı İmparatorluğunun en çalkantılı dönemi, Sadrazam Mithat Paşanın azledilerek Sürgüne gönderilmesi, Yıldız Mahkemesi, Ali Suavi Olayı,1905 Yıldız Camii Ermeni Suikasti, Filistin sorunu İttihat ve Terakki, 31 Mart Olayı, Hareket Ordusu, isyanlar , Rumeli ayaklanmaları, jurnaller, hep bu dönemin olayları. Film Abdülhamit muhaliflerinden paşa kızı Ayşesin (Sezer Sezin) ile nişanlısı Kerim Bey (Kenan Artun) ve İdare yanlısı Zaptiye Komutanı Fettah (Orhan Arıburnu) arasındaki aşk ve müthiş bir intikamı anlatıyor. Avlanmak üzere İstanbul‟dan Adapazarı‟na giden Ayşesin ve nişanlısı Kerim, Gizli Teşkilat üyesi oldukları zannıyla takip edilmektedirler. Bir at gezintisi sırasında Fettahın Adamları pusu kurup Ayşesini kaçırmaya yeltenir. Ayşesin silahı ile adamları engeller, çalılıklar arasında saklanan Fettahın da atını vurur. Adamları önünde gururu yerlerde sürüklenen Fettah müthiş bir intikam planı hazırlar ve tatbik eder. Filmde Yıldız Sarayına götürülen Ayşesin‟in Sultan Abdülhamit ile arasına geçen dialog oldukça dikkate değer.

ÜVEY ANA (1971)

Yönetmen Ülkü Erakalının ikinci “Üvey Ana” çekimi. Senaryo: Bülent Oran, Foto Direktörü: Enver Burçkin, Müzik Direktörü: Metin Bükey, Şarkılar: Sadri Alışık, Belkıs Özener, Reji Asistanı: Handan Adalı, Kamera Asistanı: Hasan Uçar, Set Amiri: Kahraman Kongür, Yardımcıları: Ali Demiralp, Sabri Kara, Işık Şefi: Aslan Yıldız, Renk Uzmanı: Mengü Yeğin, Montaj: Turgut İnangiray, Senkron: Mehmet Özdemir, Negatif Montaj: Sezai Elmaskaya, Laboratuar Şefi: Metin Eren, Yardımcıları: Hasan Örnek, Abdullah Akdeniz, Selahaddin Kaya, Cihat Demir, Adil Yılmaz, Seslendiren: Yorgo İliadis, Prodüksiyon Amiri: Nuri Tuğ, Yapım: Kervan Film/Ümit Utku, (Saner Film stüdyosunda renklendirilmiş ve hazırlanmış, Süperfon Stüdyosunda seslendirilmiştir.) 

 Oyuncular: Zeynep Aksu (Lale), Fatma Karanfil (Gül), Sadri Alışık (Emin), Fikret Hakan (Dr. Ergun), Cavidan Dora, Aliye Rona (Aliye), Aysel Gürel (Aysel), Erol Taş (şoför Osman), Şaziye Moral, Nubar Terziyan (Gazino patronu), Handan Adalı, Sümer Tilmaç, Muazzez Arçay, Nuri Tuğ, Kay-han Yıldızoğlu, Faik Coşkun, Erdinç Akbaş, Faik Coşkun, Merih Deniz, Suna Gülendam, Nuri Tuğ,



(Kitabın içinden bir bölüm)


 Lale tuhaflaştı, ilk defa böyle bir şey işitiyordu. Demek öz anası olsa bir şey söyleyemeyecekti, yahut başka şeyler söyleyecekti. Mademki üvey anasıdır, söylememekte beis yoktur. Anaya söylenmeyen şeyin üvey anaya söylenebileceği fikri niçin…Ve ilk defa kalbi burkuldu. Demek üvey ana, öz ana kadar sevmez, hissetmez ve benimsemez. Fakat böyle bir üvey ana olduğunu, tahmin etmişti. Büsbütün aksini tahmin et-mek için, doktor neler düşünmüştü, neler biliyordu. Doktor filmi göstererek izahat verdi. Lale titreye tireye dinledi.



Romandan farklı yazılan senaryoda film şöyle başlar:
Pavyon şarkıcısı olan ve babası belli olmayan bir adamdan çocuk bekleyen kadının durumuna acıyarak onu kocasız ve doğacak çocuğunu da babasız bırakmak istemeyen hayırsever şoför Osman’ın, evlenerek doğan Lale’yi nüfusuna geçirir. Hemen yıllar geçmiş ve Lale fakülteyi bitirmiş diplomasını almıştır.
Bu arada babası bildiği ve de hiç bir zaman öğrenemeyeceği baba şoför Osman yaşlanmış ve hastalanarak kati istirahate çekilmek zorunda kalır. Bu durumda Lale iş bulmak zorundadır.

Gazete ilanlarında besteci Emin Beyin villasında işe başlamak üzere tanışır ve anlaşırlar. Burada neredeyse evlenecek yaşa gelmiş olan Gülün (Fatma Karanfil) mürebbiyeliğini yapacaktır. İlk görüşte iki kadın birbirlerini severler, baba Emin Beyde Lalenin terbiyesi ve dürüstlüğünden hoş-lanmış ve çevresindeki çıkarcı zengin tabakaya mensup bir iki yakın dostlarının karşı çıkmalarına rağmen, kızı Gülün de onayı ile mürebbiye Lale ile evlenir. Ancak Gülün baş dönmesi gibi bir rahatsızlığı vardır. Fakülteden arkadaşının doktor olan abisi Ergun Beye (F. Hakan) Gülü muayeneye götürür. Ne var ki yapılan tetkiklerde Gülün beyninde ur olduğu tesbit edilir. Tek tedavisi Gülün şevkat ve sevgi ile günlerini geçirmesidir. Durumu babadan saklayan Lale doktorla tele-fonla ve mektupla haberleşerek aldığı talimatlarla Gülü tedavi eder, Kısa zamanda Gülün has-talığı geçmiş normal yaşantısına ve sağlığına kavuşmuştur. Teşekkür etmek üzere doktorun muayenesine giden ve onu öperek kutlamak isterken, bir asılsız ihbar alan Emin Bey tam bu öpme anında yakalar (türk filmlerinin kaderi) ve işin aslını astarını öğrenmeden odayı terk eder. Aslında Doktor ve Gül birbirlerini sevmekte ve evlenmek istemektedirler. Bu olaydan sonra artık Lale koca evine dönemeyecektir. Çünkü kovulmuştur. Baba evine giden genç kadın buradan da yaka paça üvey babası tarafından sokaklara atılır. Alkole karşı bağımlılığı her geçen gün artan Lale komaya girerek hastaneye kaldırılır. Hastanedeki doktorların Doktor Ergun Beyi aramasıyla tüm aile fertleri (Gül, Ergun Bey ve Emin Bey) odaya doluşurlar. Ama artık Lale için her şey çok geçtir. Girdiği komadan çıkamayarak yatağında son nefesini verir.


Roman özetinden de anlaşılacağı üzere, Gül verem hastasıdır ve on beş yaşında ölür. Zengin, saygın bir adam olan Emin Beyin kızı Bibi (Binnaz) yabancı mürebbiyeler tarafından yetiştirilir.


Emin Beyin karısı verem hastasıdır. Mürebbiye evin hanımını bir an evvel öldürmek ve yerine geçmek için uğraşmaktadır. Kadın ölür ve mürebbiyenin oyunu ortaya çıkar. Emin Bey kızının artık Türk kültürünü öğrenmesi için yabancı mürebbiyelerin değil de Türk mürebbiyelerin eğitmesini istemektedir. Lale okulunda birinci olur ve herkesin gözüne girer. Emin Beyîn mürebbiyelik için verdiği ilanı görünce başvurur ve kabul edilir. Olaylar gelişerek devam eder gider.


İzlediğim bu filmin ikinci versiyonunda filmin romanla (Leyla‟nın mürebbiyeliği dışında) fazla bir ilişkisinin olmadığını gördüm. Ancak ilk çevirim olan filmi izleme olanağım olmadığından, filmin romana ne kadar uygun olduğu hakkında fikir sahibi olamadım.